ULUSAL İLETİŞİM AĞI

19 Aralık 2010 Pazar

Bin Bebekten Onyedisini Gömdük

Ünlü İngiliz siyasetçisi Benjamin Disareli, “Üç türlü yalan vardır. Basit Yalan, Kuyruklu Yalan, ve İstatistik” der.

Siyaset’i yürüten politikacı’nın ise politika kavramındaki poli, çok, tika ise yüz anlamındadır. Bu çerçevede, politikanın, çok yüzlülüğü, iki yüzlülüğü anlatmak için kullanılan bir kavram olduğunu görüyoruz.

Politika kavramındaki çok yüzlülüğün bir de bilimsel tarafı vardır. Politikacılar, olaylara yaklaşırken bir yüzleri ile amaçlar ve hedefleri ortaya koyarken, diğer yüzleriyle de yöntemler ve taktikleri hesap ediyorlar. Bu nedenle politikacılar, birçok yöntemi ve taktiği kullanarak amaca ulaşmaya çalışıyorlar. Tabii bu yöntemlerden birisi de inanırlılığı arttıracak istatistiklere başvurmaktır. İstatistik sonuçlardan bir kısmını alıp, bir kısmını görmezden gelmek ya da sonuçlara götürecek araştırma ve yöntemleri manuple etmek de politikacıyı sahip olduğu iktidarda tutmaya veya iktidar yolunda ilerlemesini sağlar.

Ülkemizde siyasetçiler, her zaman istatistiklerin iyi yanını kullanırlar. Hiçbir zaman “bizim zamanımızda benzin şu kadar zamlandı, işsizlik ve yoksulların sayısı şu kadar arttı” diyebilen bir politikacı da görülmez hiç. Çünkü bu tür bir politikacı zaten kendini tanımlayan poli ve tika açılımı ile de ters düşer.

Pekiyi ya gelişmekte olan ülkelerdeki bütün politikacılar aynı olduğuna göre biz gerçeği nasıl göreceğiz. Belki de bu yüzden Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP), 20 yıl önce ülkelerin gerçek durumuna değinen İnsani Gelişme Endeksi denilen istatistik raporlarını yayınlamaya başladı.

UNDP tarafından hazırlanan 2010 raporuna göre; yüksek gelir düzeyine karşın Türkiye’nin hala eğitim, sağlık hizmeti ve insanlar arasında eşitsizlik yönünden yapması gerekenler bulunuyor. OECD ülkelerinin gerisinde İnsani Gelişme Endeksi’nde (İGE) Türkiye, sıralamada AB üye ülkeleri ile AB’ye aday olan diğer ülkelerin ve OECD ortalamasının altında yer aldı. Ayrıca Türkiye gibi yüksek insani gelişme kategorisinde yer alan ve satın alma gücü paritesine göre kişi başına düşen gayri safi milli gelir seviyesi Türkiye’nin altında olan Bulgaristan, Letonya ve Romanya gibi ülkeler, ortalama eğitim süresi ve beklenen yaşam süresi ortalamaları sayesinde Türkiye’ye kıyasla daha üst sıralarda.

Türkiye’nin, İnsanî Gelişme Endeksi’nde ülkeyi OECD ve AB standartlarına yaklaştırabilecek daha üst sıralara ulaşabilmesi için çabalarını doğumda yaşam beklentisini 2010’da 72.2 yıla ve ortalama eğitim süresini de 2010’da 6.5 yıl arttırmaya yönlendirmesi gerekiyor. Raporda, Türkiye’nin İGE’deki mevcut yeri, yüksek insani gelişme düzeyindeki ülkeler arasında sondan üçüncü sırada yer alan ortalama eğitim süresine bağlanıyor. Ortalama 6.5 yıl eğitim süresi olan Türkiye’nin ardından sırasıyla 6.2 ve 6.1 yıl ile Venezuela ve Kuveyt geliyor. Türkiye’de ortalama eğitim süresi OECD ülkelerinin sürelerinin neredeyse yarısına denk geliyor; 2010 rakamlarına göre bu süre 11.4 yıl.

Eğitim, sağlık ve diğer yaşam koşullarında yoksunluğu gösteren Çok Boyutlu Yoksulluk Endeksi’nde yüksek insani gelişme gösteren ülkeler kategorisinde Peru ve Kolombiya’nın ardından Türkiye ve Brezilya en yüksek değere sahip. Türkiye 0.039’luk bir oranla Azerbaycan ve Kırgızistan ile birlikte, Doğu Avrupa ve Orta Asya bölgesinin en yüksek Çok Boyutlu Yoksulluk Endeksi’ değerine sahip. 
2010 raporuna göre nüfusun yüzde 8’i birden fazla yoksunluk yaşarken, yüzde 19’luk diğer bir bölümü de çoklu yoksunluk koşullarının sınırında yer alıyor.

Yine bir başka uluslar arası kuruluş olan Ekonomik Kalkınma İçin Bölgesel İşbirliği Örgütü, OECD'nin 'Avrupa'da Sağlığa Bakış 2010' raporuna göre, bin kişiye düşen doktor sayısında Türkiye, AB ortalamasının yarısına ulaşamadı. Bebek ölüm oranı ise binde 17 ile en yüksek Türkiye'de kaydedildi. Bebeklerde ölüm oranı binde 17 ile en yüksek Türkiye’de kaydedilirken binde 11’le Romanya, binde 9,9’la Malta ve binde 8,6’yla Bulgaristan ön sıralarda yer aldı. AB ortalamasının binde 4,6 olduğu bu oran Lüksemburg’da binde 1,8’e, Slovenya’da binde 2,1’e, İzlanda ve İsveç’te binde 2,5’e kadar düşürüldü. 2,5 kilodan az bebekleri kapsayan düşük kilolu doğum oranı ise yüzde 11’le yine en yüksek Türkiye’de görüldü.

İşte bunlar Benjamin Disareli’nin dediği gibi kuyruklu yalan sınıfını da aşan istatistikler değil. Bunlar gerçek. Halktan ne kadar saklanmaya çalışılsa da kişi başına düşen milli gelirin artmasının (gelir dağılımındaki bozukluk nedeni ile) yoksulluğu azaltmadığı gibi, bin bebekten 17 sinin öldüğü, beslenme bozuklukları nedeniyle her yüz bebekten 11’inin 2.5 kilonun altında doğduğu ülke de Türkiye...

Birçok vatandaşın beyninin yalan yanlış bilgilerle doldurulduğu şu günlerde iyi ki UNDP veya OECD gibi kuruluşlar ortaya çıkıp bize gerçeği gösterebiliyorlar. Yoksa ülkemizde hangi istatistik bin bebekten 17 sinin mezara gittiğini söyleyecekti ki? Hemen siyasi iktidarın politikacıları çıkar, “hastanenin kapısında bebekleri mi sayıyorsun kardeşim, ne malum” deyiverirlerdi.


Kaynak gösterimi: Vargı, S., www.0-18.org, Çocuk Halleri
Fotoğraflar: caximages

12 Aralık 2010 Pazar

Fetus’ten Bebeğe Oradan Çocuğa Sigara

Sigaranın fabrikasyon üretime geçmesinden hemen sonra sigara firmalarının gazete ve dergilerde, büyük kentlerin sokak afişlerinde reklamları yayınlanmaya başladı. İkinci Dünya Savaşında, bir Camel Sigarası için bir mil yürürüm reklamı ile askere giden yeni bir nesil sigaranın esiri haline getirildi. Sigara endüstrisi, sigara satışlarını arttırmak için Hollywood’un film artistlerinden de yararlandı. John Wayne’den, Humphrey Bogart’a kadar çevrilen filmlerin sponsorluğunu gizli gizli sigara firmaları yaptı. Hollywood filmlerinde çok sigara içildiğini gören Yeşilçam’da hiçbir mali destek almadan bol bol sigaranın tanıtımını yaptı. “Yak bi ciğara” sözü ile yıllar boyu Türk seyircisi duman altı filmler izledi.

Tabii beş dakika aralarda da sigaraya saldırıldı. Marlboro, yıllar boyu “kovboy olacaksınız” imajlı reklamlarla, hayatında at görmemiş Afrika’lı sığır çobanlarına bile sigara satmayı başardı. Sonraki yıllarda gençleri sigaraya alıştırmak için Formula-1 yarışları desteklendi. Çok değil hatırlarsanız bundan  5-6 yıl yöncesine kadar, Formula-1 yarışlarında 90 dakikalık bir yarışta ortalama dört bin kez Marlboro yazısı ve logosu genç izleyicilerin bilinç altına sokuldu.

Türkiye milyarlar harcayarak Formula-1 için pist yaptı ise de sigara firmalarının yarışlara destek vermesinin yasaklanması ile milyarlar harcanan pist iki yılda bir kez kullanılan atıl bir yatırım haline geldi.

Sigara firmalarının geleceği, gençlerin sigara tiryakisi olmasına bağlı. Sigaranın zararlarını görerek, duyarak, büyüyen gençlik sigara firmaları için bir kayıp haline geliyor. Sigara ile çocuğun ilişkisi ve zehirlenme aslında çocuğun anne rahmine düşmesi ile başlıyor. Düşük kiloda çocuk doğurma, erken doğum, plasentanın yerinden erken ayrılması, ani çocuk ölümü sendromu ve okul çağında düşük zihinsel performans sigaranın zararlarından yalnızca bazıları. Sigaranın içinde üç binden fazla kimyasal madde var. Bunların fetus üzerine etkileri kesin olarak bilinmiyor. Bu kimyasal maddeler içinde üzerinde durulan 3 tanesi; nikotin, karbonmonoksit ve siyanid. "Nikotin kuvvetli bir damar büzücü ajandır ve rahme giden kan akımını azaltarak etkili olabilir. Gelişme geriliğine neden olabilir, ayrıca kanın oksijen taşıma yeteneğini azaltır.

Bebek dünyaya sigara içilen bir ortamda geldiğinde ve gelişimini bu ortamda sürdürdüğünde ise başta solunum yolu rahatsızlıkları, bağışıklık sisteminin zayıflaması ile hastalığa açık bir vücutla yaşama tutunmaya çalışıyor. İlkokul ve ortaokul çağlarında ise rol model olarak sigara içen büyüklerini taklit eden gençler sigaraya daha kolay başlıyorlar. Birçok genç sigaraya büyüdüğünü göstermek için başlıyor.

Türkiye’de Sigara ve Sağlık Ulusal Komitesinde uzun yıllar genel sekreterlik görevini yürütürken, ülkemizde sigara firmalarının gençleri nasıl sigara alıştırmak için akıl almaz yollar bulduğunu görmüştüm. Kahvehane ve barlarda kül tablalarının üzerindeki sigara reklamlarından, gençlere dağıtılan bel çantalarından ve nihayet ücretsiz dağıtılan sigara örnekleri ve çakmakların amacı yeni tiryakiler kazanmaktı.

Kısa adı HORECA olan hotel, restoran ve kafeterya üçgeninde bir çok bar ve kahvehaneye kül tablaları ve duvar panolarının konulması karşılığında kira yardımları da yapıldı. Gençleri, sevilen grupların konserlerine çekmek için üç tane boş sigara paketi karşılığında giriş bedava diye yapılan reklamların bir çoğu şimdilerde yasaklandı. Ama sigara endüstrisi durmadı. Durduğu anda biteceğini bildiği için gençlerin özel davetiye ile girdiği içeriye başka kimsenin alınmadığı, mini etekli genç kızların sigara örneği dağıttığı kapalı toplantılar yine yapılıyor.

Bugün bile hala bir sigara firmasının marka ve logosuna benzeyen kırmızı beyazlı jipler gençlerin gittikleri diskoların önünde sık sık görülüyor ve bu sektörde çalışanların ne kadar çok para kazandığı imajı vurgulanıyor.

Fetus’ten bebeğe, bebekten çocuğa, oradan gence, gençten yetişkine ve yaşlıya kadar sigara insanlığı öldürmeye devam ediyor. Bu açıdan biz büyüklere, çocuklarımızın sigaraya alışmaması ve onun zararlarını başlamadan görebilmelerini göstermek ve öğretmek konusunda büyük görevler düşüyor.


Kaynak gösterimi: Vargı, S., www.0-18.org, Çocuk Halleri

5 Aralık 2010 Pazar

Engelli Çocuklar ve Fotoğraf Sanatı

AFSAD Fotoğraf Eğitmeni Fazlı Öztürk;

“Engelli tek bir çocuğun gözündeki gülümseme, onun hayat yolculuğunda gözlediğim ufak bir gelişimi benim için çok önemli”


Geçtiğimiz 3 Aralık bütün Dünya’da olduğu gibi ülkemizde de Engelliler Haftası olarak kutlandı. Bazı kurum ve kuruluşlar, yalnızca o haftaya sığdırdıkları etkinliklerini kameralar önünde gülerek anlatırken, bazıları da sessiz sedasız geliştirdikleri projeler ile sergi salonlarında yerlerini aldılar. Ankara Çankaya Belediyesi, engellilerin kent içi yaşamını kolaylaştırmak için yıl boyu projeler üretiyor. Zihinsel Engelli gençlerin hayata hazırlanması için bir model olarak geliştirilen “Çengel Kafe” gençlere servis açma, sipariş alma ve servis yapma gibi eğitimleri veriyor. Kafe ayrıca gençlere tiyatro, halk oyunları gibi kurslar düzenliyor.
           
3 Aralık günü Ankara’da Çağdaş Sanatlar Kültür Merkezi’nde, engelli çocuk ve gençlerimizin sanatsal faaliyetleri sergilendi. Sanat kuşkusuz gerek zihinsel engelli, gerek işitme engelli ve az gören çocuklarımız için büyük bir gelişim aracı. Kısa adı AFSAD olan, Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği de bu sergi açılışında yaklaşık beş yıldan beri engelli çocuklar için yürüttüğü fotoğraf kurslarında çocuklarımızın çektiği fotoğrafları sergiledi. Bu projenin başında olan AFSAD fotoğraf eğitmeni Fazlı Öztürk, bu süreci şöyle anlatıyor.

“Bedensel engelli çocuklara yönelik fotoğraf eğitimi projemizin bütçe yokluğu nedeni ile iptal edilmesinden sonra, az gören çocuklara yönelik fotoğraf eğitimlerine başladık. Hemen otomatik netliği olan makinelerden aradık, bunları bir arkadaşımız bağış olarak getirdi. Onlara aslında fotoğraf üzerinden diğerini tanıma, dış dünya ile iletişim kurma yetisini kazandırmaktı amaç.”

AFSAD eğitmeni Fazlı Öztürk, fotoğrafın engelli çocuklar üzerindeki olağanüstü iyileştirici etkisini gördüğünde daha sonra işitme engelli gençler için fotoğraf eğitimlerine başladı. Bu eğitimler sonucu birçok sergi açıldı. Asıl olan işitme engelli çocukların çok dar olan istihdam olanaklarını geliştirmekti. AFSAD onların grafik tasarım alanında da eğitimlerini tamamlayarak iki öğrenciyi grafik tasarım atölyesinde işe yerleştirdi. Bir öğrenci ise Akşam Gazetesinde foto muhabiri olarak göreve başladı. Fazlı Hoca, onların gelecek yılki eğitimlerinde iş bulabilme olanaklarını arttırmak için düğün fotoğrafçılığı kursunu da ekleyeceğini söylüyor.

AFSAD’lı fotoğraf sever dostlar, kısa adı ZİÇEV olan Zihinsel Yetersiz Çocukları Yetiştirme ve Koruma Vakfında da fotoğraf eğitmenliği görevlerini sürdürüyorlar. Geçmiş yıllarda birçok fotoğraf etkinliği yapılarak engelli çocuklarımızın fotoğraf ile insanlarla iletişim kurmaları hedeflendi. Fazlı Hoca gibi burada Berat Pehlivan, Suderin Murat, Mebrur Hatunoğlu gibi fotoğraf eğitmenleri de zihinsel engelli çocuklarımız için canla başla çalışıyorlar.

AFSAD, kamu yararına çalışan bir fotoğraf derneği, kısıtlı gelir kaynakları ile Ankara’da Zihinsel ve bedensel engelli gençlerimize fotoğraf öğretiyor. Fotoğraf aslında Fazlı Öztürk’ün de dediği gibi yalnızca bir araç, önemli olan onların yüzündeki bir gülümsemeyi yaratabilmek ve onlara hayat yolculuğunda ufak bir katkı sağlayabilmek. AFSAD, engelli gençler için yürüttüğü bu etkinliklerin diğer illerimizde ve ilçelerimizde kurulu fotoğraf ve sanat dernekleri için de bir model oluşturması dileğinde.

Hocalarına sarılıp öpen, onları kucaklayan çocuklarımızı, gençlerimizi gördükçe onlar için iyi bir şeyler yapmanın mutluluğunu yüreğinde taşıyanları da takdir ediyorum.

Sergi açılışları, kutlamalar bittikten sonra sergi salonlarına gidip onların çektiği fotoğraflara uzun uzun bakarım. Bazı fotoğraflardan engelli olduklarını bir kenara bırakın onların profesyonel olduklarını bile sanabilirsiniz. Bazıları ise gerçekten hiç göremediğimiz bir bakış açısı verir bizlere. Çocuğun bu fotoğraf ile ne anlatmak istediğinden çok ne hissettirmek istediğini sorarsınız kendinize…

Çeken evladımız zihinsel engelli de olsa, görme veya işitme engelli de olsa onun kadrajından gördüğü dünyasına girerim. Sonuçta, “ben buradayım ey insanlar, görün beni, takdir edin” mesajı her fotoğrafta vardır.

Önemli olan onlar için bir şeyler yapabilmek, vakit ayırmak ve sonuçta da bir çocuk gülümsemesinin insan vicdanında yarattığı memnuniyeti yaşamaktır.

Ankara’da bazen güzel şeyler de oluyor.

Bunları yapanlara ne mutlu…


Kaynak gösterimi: Vargı, S., www.0-18.org, Çocuk Halleri

27 Kasım 2010 Cumartesi

Kömür ve Çocuk...

İngiltere’nin sanayi devrimine geçişini hızlandıran en önemli etken üretimde buhar makinelerinin kullanılmaya başlanmasıdır. Buhar makinelerinin yaygınlaşması ile, buhar makinelerinin çalışması için gerekli olan kömüre de bir anda talep artıvermişti.

Maden ocaklarında çalışan işçilerin birçoğunun kentlere göç etmesi ile madenlerde çalışmak üzere çocuklar kullanılmaya başlandı. Girilmeyecek kadar küçük galerilere boyunlarındaki sepet ve bir çekicle emekleyerek giren küçük çocuklar, kazdıkları  kömürü sepetlerine koyup geri geri galerilerden çıkartırlardı. Bir çoğu 30’lu yaşlarını göremeden ölüp gittikleri için “bir genç kara ölü daha” denilerek son yolculuklarına uğurlandılar.

Günümüzde artık bu kömürcü çocuklarından çalışan kalmadı dersek yanılmış oluruz. Bugün Hindistan’ın kuzeydoğusunda Jaintia tepelerinde çoğu Bangladeş’li ve  Nepal’li olan tam 70 bin çocuk son derece tehlikeli koşullarda madenlerde kömür arıyor.*

Türkiye’de ise çocuk işçilik kanunen yasak olmasına karşın, özellikle sanayide çırak, tarımda aile işçiliği adı altında sürdürülüyor. Çocuklar çalışmadığında genel işsizlik nedeni ile aile geçimini sürdüremiyor. Türkiye İstatistik Kurumu’nun 2006 Çocuk İşgücü Anketi verileri baz alınarak hazırlanan araştırmaya göre çalışan çocukların 204 bini ücretsiz aile işçisi, 109 bini ücretli, maaşlı ya da yevmiye ile çalıştırılıyor. Tabii bu işin istatistiğe yansıyan kısmı. Buzdağının ise görünen ucu sadece. Milli gelir dağılımındaki bozukluk, işsizlik, yoksulluk arttıkça çocuk işçi istihdamı da artıyor.

Çocukluktan çıktıklarında ise kayıt dışı istihdamın sigortasız, güvencesiz çalışanlar ordusunun yeni neferleri olacaklar. Çünkü Türkiye’de şu anda çalışan iki kişiden biri kayıt dışı. Sayıları 11 milyonu bulan kayıt dışı işçiler ile ilgili tedbirler almayı da hiçbir hükümet cesaret edip alamıyor. Kayıt dışı çalıştırma kanunen yasak ama uygulayan kim. İşyerleri kontrol edildiğinde kayıt dışı çalışanların yüzde ellisinin işine son verilse, ortaya çıkan 5.5 milyonluk işsizler ordusu her siyasi iktidar için sorun olacak. O yüzden “kim nasıl çalışırsa çalışsın, işi varmı dua etsin” mantığı ile şükürler olsun diyen bir çalışma şekli yaygınlaştırılıyor. Yaz aylarında tarımda çalışmak üzere işçi çocuk pazarları kuruluyor. Türkiye AB’ye bu konuda söz vermiş ama, AB’ye alınma umudu olmayınca verilen sözünde tutulacağı ile ilgili bir girişimi de yok aslında.

Bu çocuk halleri yazımızın konusu, Diyarbakır’da terör belasından bıkıp, Ankara’ya Kızılcahamam’a gelen bir ailenin öyküsü. Çocuklar babalarına odun kömürü yapmak için yardımcı oluyorlar. Meşe odunları büyük bir çadır gibi dizilip, üzerleri toprakla kapatılıyor. Alttan yanan kontrollü ateşle meşe odunları günlerce pişip meşe kömürüne dönüşüyorlar. Ateş kontrol edilemediğinde ise biriken gazlar yüzünden ocak patlıyor ve etrafında bulunan insanları yakıp kavuruyor.

Bugünkü çocuklarımız bu aileden. Kimi zaman ocakbaşı lokantasındaki Adana kebap kimi zaman da piknikteki mangal için meşe kömürü yapıyorlar.          

Bazen fotoğrafların arasında 200 yıl kadar olsa bile yoksulluğun pençesindeki çoçuklar açısından değişen ne var ki...

Püren TÜRKER'e fotoğrafları için teşekkür ederiz.


Kaynak gösterimi: Vargı, S., www.0-18.org, Çocuk Halleri

7 Kasım 2010 Pazar

Reklamlar ve Çocuklar

Çocuklarımızın tüketim dünyası ile tanışmaları daha sekiz - dokuz aylık bebekken başlıyor. Televizyon önünde yemek yedirilen, uyutulan bebekler, reklamlar başladığında müziğin ve görüntülerin ard arda değiştiğini hissederek reklamları izlemeye başlıyorlar. Reklamlar başladığında adeta donup kalan çocuğun daha kolay yemek yediğini hisseden anneler reklam oynarken bebekleri beslemeye başlıyorlar. Birçok kreşte de bakıcılar aynı yolu deniyorlar.

Uzmanlar çocukların televizyondan kendilerine sunulan her mesajın kendileri için iyi ve doğru olduğunu kabul ettiklerini, televizyonda gösterilen reklamlardaki ürünleri tüketmelerinin de kendileri için iyi olacağını düşündüklerini söylüyorlar. Çocuk, televizyonda eğer bir babanın çocuğuna jöleli şeker, gofret aldığını görüyorsa, kendi babasının da bu tür ürünleri kendisine almasını istiyor. Bazı anne babaların bu tür gıdaları sağlıksız olarak çocuklara yasakladıkları zaman çocuk televizyon ile anne ve babasının arasında kalıyor. Bu durumda anne ve babasının uyguladığı yasakçı politikayı anlamsız bulup, televizyonda gördüğü jöleli şekeri, kolayı, gofreti babasının elinden alan çocuğu haklı görüyor.

Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun kapsamında çıkartılan, ticari reklam ve ilanlara ilişkin ilkeler yönetmeliğinde; reklamların çocukların saflıklarını, bilgi eksikliklerini ve tecrübesizliklerini istismar edemeyeceği; fiziksel, ahlaki, psikolojik, ve toplumsal gelişim özelliklerini olumsuz etkileyecek hiçbir ifade ya da görüntü içeremeyeceği hükümlerini getirmiştir.

Yönetmelikler ne derse desin, uygulamada, çocuklar reklamın ne anlama geldiğini ve reklamın bir malı satmak için yapılan bir ticari program olduğunu öğrenene kadar, kıskıvrak yakalanıyorlar.

Çok fazla kolalı meşrubat içtiği için kilo alan, kafein bağımlısı bir çocukla tanışmıştım. Onbir yaşındaki çocuk günde bir buçuk litre kola içmediği zaman krize giriyor, evin perdelerini aşağı çekiyor ve bardakları kırıyordu. Ailesi sonradan çocuğu doktorlara götürdüğünde doktorlar, “kola yasak, sana zararlı,” dediklerinde çocuk, “Bakın televizyona, Iğdır’dan, Edirne’ye kadar bütün ailelerin iftar sofralarında ikibuçuk litrelik kolalar var, nesi yasak, insanlar orucunu açıyorlar.”  deyivermişti. Doktorlar bu cevap karşısında ne söyleyeceklerini şaşırmışlardı.

Şeker, sakız ve gofretler büyük supermarketlerin yazar kasalarının hemen önüne, ailesi ile alışverişe gelen çocuğu son anda avlamak için oraya konulur. Çocuk annesine alması için önce yalvarır, sonra ağlar, çığlıklar atar.

Büyüdüğünde reklamın ne anlama geldiğini artık öğrense de, reklam dünyası bu sefer beş liralık şampuanı bir kız-erkek arkadaş bulma aracı olarak ona satar. Bu şampuan satın alınmadığında kızların saçları dalgalı olmayacak, erkeklerin kafası kepek olacağı için arkadaş bulamayacaklardır.

Sonra cep telefonlarının en pahalı markası, en iyi araba, en iyi şu, en kaliteli bu, derken tüketim dünyası içinde yolculuk devam eder.

Milli gelir dağılımı bozuldukça, pek az kişi tüketebilirken, bir çoğu da  yoksulluktan tüketemez. Tüketebilen ile tüketemeyen arasındaki uçurum büyüdükçe, sosyal huzursuzluklar, hırsızlıklar artar. Kimi ekmek çaldığı için yıllarca ceza yatarken, kimi trilyonlar çalmışken birkaç ay bile ceza almadan kurtulur.

Bir doğumevinde yeni bir bebek doğar, birkaç hafta sonra anne babaya, şu marka bebek bezi al diye talimatını verir…

23 Ekim 2010 Cumartesi

Yeni evimiz, yeni ilçemiz

Bu yaz Gökçeada’ya düştü yolum. Eski adı İmroz olan, Rumlar tarafından da Imbros olarak adlandırılan Gökçeada, Ege’nin doğal su kaynakları açısından en zengin adası. Zeytinlikleri organik tarıma açılan yeni toprakları ile Gökçeada’da şu anda toplam nüfus 8672 kişi. Rumlar 1960’lı yıllara kadar nüfus çoğunluğunu sürdürmüşler. O yıllarda adada 5847 Rum, 289 Türk aile yaşıyormuş. Bu yıldan itibaren çeşitli nedenlerle başlayan göçlerle Rum nüfusu azalarak 2009 yılı itibarıyla 300 kişiye kadar düşmüş. Bu 300 kişinin çoğu da doğdukları toprakları ne olursa olsun terk etmek istemeyen yaşlı Rumlardan oluşuyor.

Adada her yıl 15 Ağustosta yapılan Meryem Ana anma etkinlikleri nedeni ile dünyanın dört bir yanından gelen eski Imbros’lular ve onların çocukları ile adada bir şenlik havası esiyor. Gökçeada, İsparta’da yapılan baraj gölünün suları altında kalan İspartalıların da göç ettikleri bir yer. Ayrıca birçok Güneydoğulu aile buraya yerleşmiş. Bir de Trabzon’un Vakfıkebir ilçesinden gelen gelen çok sayıda aile Gökçeada’da lokantacılık ve pastacılıkla uğraşıyorlar.

Bu sayfadaki fotoğrafı bir zamanlar 1950 hanesi ile Türkiye’nin en büyük köyü olan Dereköy’de Meryem ana törenlerinden bir gün önce çektim. Onların yeri yıkayarak süpürdükleri yer, aslında eski Dereköy’ün çamaşırhanesi. Taşlar üzerinde tokaçlarla dövülen çamaşırlar bir zamanlar burada yıkanırmış. Bu çamaşırhaneyi yıkayıp süpüren kızlardan birisi Diyarbakır’dan birisi ise Vakfıkebir’den. Ertesi gün Rumlar doğdukları, anne ve babalarının yaşadıkları köye ziyarete geldiklerinde burayı ziyaret edecekleri için onlar da temizliyorlar. Dereköy’deki çoğu yıkık dökük, çoğu da yıkılmak üzere olan Rum evlerinin eski sahipleri yılda bir çocukları ve torunları ile gelip evlerinin hüzünlü haline bakıp gözyaşı döküyorlar. Bu arada bölgeye yeni yerleştirilen ve kendi köyleri sular altında kalan İspartalı aileler onları misafir ediyorlar. Vakfıkebirliler de gelenlere sıcak pide çıkartıyorlar.

Rum çocukları, Diyarbakır çocukları, Vakfıkebir’in Karadeniz uşakları ve İspartalı çocuklar yılda bir, birbirlerinin dillerinden anlamasalar bile bir hüznü hep birlikte yaşıyorlar. Kısa süreli bir göç hüznü bu. Belki de yıllar sonra hepsi bir şekilde kendilerini “adalı” hissetmeyi başaracak. Rum’un getireceği para ile İspartalı’nın meyvesi satılacak, Güneydoğuluya iş imkanı yaratılacak.

Beni gezdiren taksici İspartalıydı. Rumlar onu çok seviyorlardı. Nerdeyse adadaki bütün Rumlarla tanışıktı. Şarapçı, Barba Yorgo, Muhallebici Amirsa ve Panayot çifti ve bir çok Rum aile ile tanıştık. Niye seni bu kadar seviyorlar, dediğimde ise cevabı, “benim köyüm sular altında, onun için adaya geldiğimi biliyorlar, hüznümü biliyorlar, onların evlerinin çoğu yıkıldığı ve çocukları göç ettiği içinde ben onların hüznünü biliyorum, belki de o yüzdendir,” deyiverdi.

O aksam Meryem anayı ananlar arasında, Rum, İspartalı, Diyarbakır,’lı, Vakfıkebirli çocuklar da vardı. Birlikte belki ne olduğunu tam olarak anlamadıkları bir kutlamanın ortasında çocuk saflığı ile dönüyorlardı.



10 Ekim 2010 Pazar

Tekel İşçileri Ve Çocukları

Tekel işçilerinin eylemi, 15 Aralık’ta, karlı bir Ankara gecesinde başladı. 16 Aralık’ta, Abdi İpekçi Parkında eylem devam ederken, soğukta güvenlik güçlerinin tazyikli su ve göz yaşartıcı gaz ile grubu dağıtmak istemeleri üzerine, Bayındır Sokak’ta Türk-İş Konfederasyonu önünde devam etti.

Dondurucu soğukta ıslanan elbiselerini kurutmak için Türk-İş’e sığınan işçilerin bir bölümü aşırı gazdan nefes alamayacak durumdaydılar. Ankara Tabip Odası üyeleri tarafından acil tedavileri yapılan üyeler ambulanslarla hastaneye taşındılar. Yarısından fazlası sonraki on gün içinde ağır gribe ve zatürreye yakalandılar. Direnişin dördüncü gününde, Türk-İş önünde oturma eylemleri başlatıldı. Sivil toplum örgütleri, sendikalar, siyasi partiler işçilere tek tek destek ziyaretleri yapmaya başladılar.

Gece karton kutuların üzerinde oturup, teneke içinde ateş yakarak ısınmaya çalıştılar. Eylemin ilerleyen günlerinde iple gerilen derme çatma naylon tentelerle başlayan barınma serüveni, daha sonraki günlerde acemilikleri gidince, direkli, sobalı kondularla devam etti.

Tekel işçileri 78 gün süren eylemleri sırasında açlık grevleri yaptılar. Birçoğu şekerli su içmeyi bile reddetti. Konfederasyonun konferans salonuna kurulan revir ve salonun önüne kurulan yataklarda yalnızca açlık grevi yapanlar yatırıldı. Onlarca işçi hastaneye taşındı.

Hamdullah Yıldız adlı bir işçimiz sabah erkenden namaza giderken Mithatpaşa Caddesinde karşıdan karşıya geçerken alkollü bir sürücünün kullandığı jipin altında kalarak yaşamını yitirdi. Bir kadın işçi sabah gelen telefonla çocuğunun ölüm haberini aldı.

Birkaçı da bu eylem sırasında annesini ve babasını yitirdi. Çocuklara eylem boyunca anneanneleri, babaanneleri, teyzeleri, dedeleri baktı. Her işçinin cebinde elini atıp hemen çıkarıp öptüğü çocuklarının fotoğrafları vardı.

Bu eylemde insana özgü ne varsa gördüm. Yardımlaşmayı, ihaneti, cesareti, kararlılığı ve direnme gücünü. Bir tek korkuyu göremedim.

Ta ki eyleme katılan bir işçinin küçük kızının bu fotoğrafını çekene kadar.

Babasını aylardır görmemişti. Her gece annesi televizyon haberlerinde tekel işçileri dendiği zaman onları susturuyor, gazı, suyu, jopu, soğukta direnen işçileri görünce belki de ağlıyordu.

Çocuklar babalarını görmeye Ankara’ya geldiklerinde babalarına sarılmış öylece kalmışlardı. Babanın gözlerinde yorgun da olsa mutluluk vardı. Küçük kız, çadırların önünden geçen insan kalabalığını görünce korkmuştu.

Tekel eylemi 78 gün sonra 2 Mart 2010 günü bitirildi. Çadırlar söküldüğünde ortalığı derin bir sessizlik aldı. Birçok işçi ağlıyordu. Sobalı çadırların içinde kalan bir ağaç sıcaktan yeşillenmişti. İşçilerin birçoğu 4-c denilen kölelik düzenine geçmeye mecbur bırakıldılar. Bir kısmı da direnmeye devam ediyorlar.

Tekel eyleminde direnen anne ve babaları kadar çocuklar da yara aldı. Ancak, onlarınki iyileşmesi en zor olan, ruhsal bir yaraydı. 


http://www.0-18.org/           

3 Ekim 2010 Pazar

Dilenci Çocuk Büyütüyoruz

Yoksulluktan kundakta iken kiralanırlar dilenci mafyasına. Günlük işine kundakta iken çıkarlar. Mamalarına karıştırılan düşük dozdaki uyku ilacı ile gün boyu mışıl mışıl uyurlarken, dilenci kadın sık sık bebeğine süt veya ilaç almaktan söz ederek dilenir.

Üç dört yaşına kadar, bir büyüğün yanında dilenirler. Sonra bir başka büyük çocuğun yanında mendil-sakız satmaya işe çıkarlar. Orada yalvarmayı, para saymayı, kaçmayı öğrendiklerinde beş-altı yaşlarındadırlar. Yirmi, otuz çocukla paylaşılan tek göz evlerde kalmaya başladıklarında kız erkek farkı olmadan cinsel tacizi de öğrenirler.

Sonra on yaşlarında mendil torba ile teslim edilir ve birkaç saat içinde satması yoksa dayak yiyeceği Pavlov’un köpeği misali öğretilir. O yüzden yalvarmayı, ağlamayı da öğrenirler. On beş yaşlarında artık onun da bir göz kulak olacağı bir dilenci takımı olur. Ağabeylerine bu takımdan sorumluluk yemini eder. Mendiller, sakızlar koli koli gelir ve hesaplarını tutar.

Erkek çocuk 18 yaşında geldiğinde artık toplumun kendisine borçlu olduğunu ve önüne gelen her insandan para istediğinde ona vermesi gerektiğini öğrenir. Artık gasp’ın, soygunun insanıdır. Mafya büyüttüğü fidanına sahip çıkar gibi görünse de aslında getir götürden başlayıp, “sık ayağına bi tane” ye kadar uzanan emirleri yerine getiren bir emir erini içeri düşene veya kundakla başlayan hayatı kefende sona erene kadar kullanır. Kızlar ise yine tahmin edilebilir kendi alınyazılarını yaşarlar.
           
Bu da benim rastladığım dilenci çocuğum... Gümüşsuyu caddesinden aşağı yürürken rastladım ona. Bir elinde litrelik kola şişesi, bir elinde oyuncak tabancası ile sokakta dilenen kadının yanında dolaşıp duruyordu. Ancak üç dört yaşlarındaydı. Öyle sokakta mendil, sakız satacak yaşta olmadığı için ailesi tarafından kiralanmıştı belki de.

Türkiye’deki binlerce dilenci çocuktan biriydi. Bir elinde kolası, bir elinde silahı ile kendi kaderini çizmişti bile.

Gümüşsuyu caddesinden aşağı inerken, su satan bir çocuk ile “abi valla pazartesi ödeyeceğim, adam parayı ödemedi“ diye telefonda bağıran bir genç adam önümden geçti gitti. Aslında bakıyordum da, elli yıldır IMF’den borç almaya alışık hükümetler, hepimizi daha doğar doğmaz dilenci yapmıştı.

Yoksulluk arttıkça, dünyanın en eski iki mesleği fahişelik ve dilenciliğin de artacağı kesin. Var olduğu iddia edilen ekonomik büyüme, kaldırımda dilenmesi için kiralanan çocuğun ailesine ne kadar yansıyor ona bakmak gerekli.

23 Eylül 2010 Perşembe

Her Çöp Bir Umut

Bursa’nın gecekondu mahallelerinden birinde, bir ara sokakta gördüm Halil’i. Ağabeyi Recep ve babası Hüseyin’le yarım litrelik pet şişeleri çuvalın içine tıkıştırıyordu. Halil ve ailesi Ağrı’dan Bursa’ya göç etmişler, babası haftalar boyu iş aramasına rağmen bulamamış, bir yakınlarının tavsiyesi ile sokaklardan kağıt toplamaya başlamıştı.

Babası kağıt toplayıp kilosunu yetmiş kuruşa satarken, Halil’in işi, ucuz olduğu için toplanmayan yarım litrelik pet şişeleri toplamak. Bir kilo pet şişe 20 kuruş, beş kilo pet şişe ise tam bir lira.

Halil sabahın dokuzunda başlıyor çalışmaya, kağıt toplayan babasına yardım ediyor. Karton kutuları ve kağıtları, çek çek arabasına dikkatlice katlayıp koyuyor. Araba dolunca hurdacıların deposuna gidip kağıtları boşaltıyorlar. Sonra okul çöplerinden yarım litrelik pet şişeleri toplamaya başlıyor Halil. Mavi kapağını çıkartıp ayrı bir koliye atıyor. Mavi kapaklar daha değerli pet şişeden. Pet şişenin üstüne birkaç kez basıp ezdikten sonra torbaya atıyor. Gecekondu mahallesindeki kendi depolarına dönüp pet şişeleri depoya boşaltıyor.

Akşam ev çöplerinin dışarıya çıkma saati olan dokuz gibi tekrar babası ve ağabeyi ile yollara düşüyor.

Ev çöplerinin plastiği çok olduğu ve bazen de  çocuk kitapları çıktığı için ev çöplerini ayırmayı sevdiğini söylüyor Halil. 

Türkiye’de milli gelir dağılımı bozuldukça, işsizlik ve yoksulluk arttıkça, çöplerden ekmek parasını kazanan insanların sayısı da artıyor. Birçoğu Halil gibi ailece bu işe çıkıyorlar. Ankara Katı Atık İşçileri Derneği Başkanı Ali Mendillioğlu, Türkiye’de iki yüz bin civarında katı atık işçisi olduğunu ve her bir işçinin ortalama iki yüz elli, üç yüz kilo arasında geri dönüşümü olan atık topladığını söylüyor. Bu işçiler yaklaşık elli bin ton atığın geri dönüşümünü sağlıyorlar. En büyük şikayetleri ise zabıtalar tarafından dövülmek. Zabıtalar genellikle Büyükşehir Belediyelerine ait katı atık tesislerinin karlılığını düşürdükleri için katı atık toplayıcısı işçileri dövüp ellerindeki çek çek arabalarını alıyorlar.

Onların dünyası da bu. Kapıya koyduğumuz bir deterjan plastiği onların ekmeğinin bir dilimini çıkartıyor. 

Halil ve ailesi ile vedalaşıyorum. Halil’in bir lira kazanmak için beş kilo pet şişe toplamak zorunda olduğu aklıma geliyor. Büfeden yarım litrelik bir pet şişe açıp suyunu içtikten sonra tartıyorum. Yirmi gram geliyor bir tanesi. Bir kilosu elli boş şişe, beş kilosu ise ikiyüz elli şişe. Halil, ikiyüzelli pet şişe toplayıp onları ezip bir lira kazanıyor.

Türkiye’de sokaklardan kağıt, plastik, pet şişe toplayan insanların sayısı giderek artarken, birileri işsizliğin ve yoksulluğun azaldığından dem vuruyorlar. 

18 Eylül 2010 Cumartesi

Gözlerinde Umut Yoktu...

Ankara’nın Keçiören Atatürk Çocuk Yuvası ve Kız Yetiştirme Yurdu, her yıl bahar aylarına girerken, kız öğrencilerin hazırladıkları çeşitli eserlerin sergilenmesi için bir kermes düzenler. Bu kermeslere arkadaş grubumuzla her zaman katılıp çocuklarla tek tek konuşur onların ürettiği eserlerden bir şeyler alırız.

Yetiştirme yurtlarındaki ilkokul ve lise çağlarındaki çocukları ziyarete gittiğinizde, önce sizi tanımak isterler, gözlerinizin içine derin derin bakarlar, sevgi dolu bir ışıltı ararlar. Yoksa, içlerine kapanıverirler, sorduğunuz sorulara artık hep kaçamak yanıtlar alırsınız.

Çocukların en büyük ihtiyacı, sevgi (!) dolu bir kucaklamadır. Grubumuzdan birçok bayan arkadaşımıza sarılıp dakikalarca öylece oturduklarını görünce, yaratılan her canlı gibi sevgi ihtiyaçlarını yüreğinizde hissedersiniz.

Sevgi dolu kucaklamanın yanına koyduğum ünlem işareti işin en tehlikeli boyutunu ortaya koyar.

Yurtları ziyaret ettikten sonra arkadaşlardan ayrılır etraflarındaki kahvehaneleri gezip insanlara bakarım. Hepsini suçlamak, eleştirmek haksızlık olur ama genellikle bu çocukları arabaya alıp gezdiren veya birbirlerine tavsiye eden genç, yaşlı erkeklerin konuşmalarına bizzat şahit oldum.

Türkiye’de il ve ilçelerde, İnsan Hakları İlçe Kurulları şikayetlerin azlığı karşısında kendilerine iş ararlar. “İnsan haklarını koruma” işi arayanlardan biri de görev yaptığım Çankaya İnsan Hakları İlçe Kuruludur. Sık sık karakolları ve nezarethaneleri ziyaret eder, onlar bitince Seyranbağları Çocuk Yetiştirme Yurduna ziyaretler yapardık. Bu ziyaretler sırasında çocuklara yaşlarını sorduğunuz zaman hep bir yaş küçük söylerler. Arkadaşları hemen atılır, “hayııır hocaaam, O, 17 yaşında, 16 dediğine inanmayın”.

Bu çocuklar yaşıtlarının aksine büyümek istemiyorlar. Çünkü büyümek demek, yurtlardan ayrılmak anlamına geliyor. Yönetmelikler ne derse desin, büyümek, belirsiz bir geleceğe, korunmasız bir dünyaya öylece bırakılıvermek demek. On sekiz yaş sonrası eğer yüksek okulu kazanmamışsan, artık yuvadan (!) uçmanı emrederler. Ya sonra…

Kermesteki eğlenceden sadece birkaç kare boyalı yüz çekebildim. Fotoğrafları bilgisayara yüklediğimde çocukların gözlerine baktım.

Bir portre fotoğrafında gözler size her şeyi anlatır. İnsanın içinde durduğu mekan, o anda hissettiği duygular gözlerine çok iyi yansır.

Bu fotoğraflar da öyle, çocukların yüzleri rengarenk boyalı ama gözlerinde bu yaşlarda olması gereken mutluluğun kırıntıları bile yok.

Gözlerde umut olmayınca, yüzlerdeki eğlence boyasının da bir anlamı kalmıyor.

İşte, herkese üç çocuk yapın diye talimat veren siyasilerin bilemedikleri de bu.