ULUSAL İLETİŞİM AĞI

25 Aralık 2011 Pazar

Silah Sanayi, Açlık ve Çocuklar


Irak’tan çekilen son Amerikan askeri ile, dünyanın patronluğuna savunan ABD’nin bu kez gözünü uzak doğuya çevirdiğini söyleyen TRT-1’in sabah yorumcusu, “yeni hedef büyük bir ihtimalle Kuzey Kore olabilir” diyordu.

Birkaç gün sonra da Kuzey Kore’nin liderinin hayatını kaybettiği, onun yerine Kim Jung hanedanının üçüncü nesli olan 28 yaşındaki oğlunun yönetime geçeceği haberleri veriliyordu. Kuzey Kore’den gönderilen filmlerde sokaklara doluşan binlerce insanın ağladığı görülürken, televizyon spikeri bu tür törenlerde ağlamayan insanlara atılan dayaktan korktukları için insanların ağladığını anlatıyordu.

Kuzey Kore yıllardan beri askeri harcamalarını en üst düzeyde tutmuştu. Çin’den aldığı destek ile, Güney Kore’yi kendi halkına her zaman saldıracak bir düşman gibi göstermiş ve nükleer başlıklı bir füze yaparak kendini nükleer bombaya sahip ülkelerin arasına sokmuştu. Ülkede tarıma ve endüstriye ayrılması gereken paranın büyük bir bölümü silahlanmaya gitmişti. Bugün Kuzey Kore’de özellikle açlık, eksik beslenme ülkenin en büyük sorunu olarak görülüyor. Ülkede insanlar günlük hayatı sürdürecek gıdanın ancak üçte biri ile hayatlarını giderek zayıflayarak sürdürüyorlar.

O akşam bazı yabancı televizyon kanallarında ise Birleşmiş Milletler Gıda Programı tarafından yapılan gıda yardımlarının da Kuzey Kore’nin nükleer silah yapması ile kesildiği açıklanıyor. Açlığın giderek arttığı ülkede 800 bin den fazla çocuğun eksik beslenme nedeni ile büyüyemediği ve zekalarının gelişmediği de gösteriliyordu. Bir kreşte yapılan çekimlerde çocukların hiç hareket etmeden oturdukları hiç oynamadıkları çünkü açlıktan hareket etmedikleri söyleniyordu.

Evet, Amerika, Irak’tan çıktı… Kendilerine göre 1 trilyon dolar para harcadılar. Bazı yorumcular bunun 3 trilyon dolar olduğunu söylüyorlar. Beş bine yakın Amerikan askeri hayatını kaybetti. Irak’ta yüz binlerce insan öldü, çocuklar ailelerini kaybetti. Ülke onarılamayacak şekilde harabeye döndü.. Sonuç ne.. Koca bir sıfır.. Şimdi Ortadoğu da yeniden Şii, Sünni savaşı için tohumlar atılıyor..Harcanan 3 trilyon lira, yine Amerikan silah endüstrisine aktarılarak. Amerika’nın çarklarının dönmesi sağlandı. Silah sanayi olmadan bir Amerikan ekonomisini düşünmek mümkün bile değil.

Amerika, Irak’tan çıkmadan, başta Suudi Arabistan olmak üzere birçok bölge ülkesine “ ben gidiyorum, kendinizi güvenceye alın” diyerek yeniden silah sattı. Bizim için biçilen rol bile belli. Suriye’ye siz girin, ben gidiyorum… Şimdi ABD yeniden Uzak Doğu’da bölgenin fitilini koymaya giderken, küçük huzursuzluklara silah satıp, kendisini demokrasi getirici olarak görüp yine işgallere başlayacak. Birkaç yıl sonra Kuzey Kore’den de Irak’ta yaptığı gibi çıkıp gidecek.

Artık Dünya’ya bölge bölge bakmamak gerekiyor. Büyük fotoğraf silah sanayi ve onların şahinlerinin Amerikan yönetimindeki politikalar üzerindeki etkinliğidir. O arada dünyanın çeşitli ülkelerinde bir kaç milyon çocuğun açlıktan ölmesinin de bir önemi kalmıyor. Günümüzün Somali’sinde de iç savaş sürüyor. Çocuklar açlıktan ölürken dünya ülkelerinin zaman zaman verdikleri gıda yardımları da yeterli olmuyor. Ama ayakkabısı bile olmayan bir Somali’li gencin elinde iyi bir silahı her zaman görmek mümkün.

Çocuklar hemen her ülkenin anayasasında korunurken, uluslar arası alanda onları koruyacak insanlık bilincine henüz ulaşamadık. Savaşlar var oldukça silah sanayi var olacak, silah sanayi oldukça da savaşlar hep organize edilecek.


Kuzey Kore çocuklarını görmek için : http://www.youtube.com/watch?v=rja1MoOO7oI

Kaynak gösterimi:  www.0-18.org

17 Aralık 2011 Cumartesi

Çocuk ve Televizyon, Reklamlar


Tüketicinin korunması konusunda otuz yıllık meslek hayatımı, bu süre içinde 16 yıllık Reklam Kurulu üyeliğini de düşündüğümde, aklıma hep çocuklara yönelik reklamlar gelir.

İlk çalışmayı 1983 yılında Milliyet Gazetesi’ndeki bir haberle yapmıştım. Televizyondaki draje şeker reklamını seyreden iki kardeş babaannelerinin romatizma ilacını şeker sanarak yemişler ve çocuklarda Ayşe (abla) ölmüş, Ali ise komada idi.

Hemen, Sağlık Bakanlığı, İlaç İşverenleri Sendikasına başvurarak şeker görünümlü ilaç veya ilaç görünümlü şeker yapılmaması gerektiğini belirtmiştik. O günden bu yana onlarca çocuk bonibon benzeri şekerler yüzünden hastanelere taşınmasına rağmen değişen fazla bir şey yok. İlaç kapakları yine kolaylıkla açılıyor, ilaçların üstü yine şeker kaplı…

Gerek Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun, gerek sonradan çıkartılan tüm yönetmelikler, televizyon ve reklamlar karşısındaki çocuğun masumiyetini korumayı hedeflerler.

Kanunun 16.maddesi, Ticari Reklamlar ve İlanlar başlığı altında şu şekildedir. 

“Ticari reklam ve ilânların kanunlara, Reklam Kurulunca belirlenen ilkelere, genel ahlaka, kamu düzenine, kişilik haklarına uygun, dürüst ve doğru olmaları esastır.

Tüketiciyi aldatıcı, yanıltıcı veya onun tecrübe ve bilgi noksanlıklarını istismar edici, tüketicinin can ve mal güvenliğini tehlikeye düşürücü, şiddet hareketlerini ve suç işlemeyi özendirici, kamu sağlığını bozucu, hastaları, yaşlıları, çocukları ve özürlüleri istismar edici reklam ve ilânlar ve örtülü reklam yapılamaz.
           
Aynı ihtiyaçları karşılayan ya da aynı amaca yönelik rakip mal ve hizmetlerin karşılaştırmalı reklamları yapılabilir.

Reklam veren, ticari reklam veya ilânda yer alan somut iddiaları ispatla yükümlüdür.

Reklam verenler, reklamcılar ve mecra kuruluşları bu madde hükümlerine uymakla yükümlüdürler.”

Kanunun Yükümlülük başlıklı 21.maddesi, bu konuda reklam vereni, reklamcıyı, ve mecra kuruluşunu sorumlu tutmuştur.

“Reklam verenler, reklamcılar ve mecra kuruluşları veya aracıları Kanunun 16 ncı maddesi ile bu Yönetmelikte belirtilen ilkelere uymakla yükümlüdür.

Reklamcılar ya da reklam ajansları, Kanunun 16 ncı maddesine ve bu Yönetmelikte belirtilen ilkelere uygun reklam hazırlayarak reklam verenin yükümlülüklerini yerine getirmesine sağlayacak biçimde çalışmak ve bu konuda onu uyarmak zorundadır.

Reklam veren, mal veya hizmetleri konusunda reklamcıya doğru ve gerçeklere uygun bilgi ve belge vermek zorundadır.

Reklam verenin, Kanunun 16 ncı maddesine ve bu Yönetmelikte belirlenen ilkelere uygun olmayan reklamını daha sonra düzeltmesi ve telafi etmesi kendisinden beklenilen bir davranış olmakla birlikte, bu Yönetmelikte belirlenen ilkelere aykırı hareket edilmesine mazeret oluşturamaz.

Reklamı yayımlayan, nakleden veya dağıtan veya sunan mecra kuruluşları veya aracıları reklamın kabulünde ve kamuoyuna sunulmasında gereken dikkat ve özeni göstermek zorundadır.

Oysa bu konuda reklamları denetlemekle görevli olan Gümrük ve Ticaret Bakanlığı Reklam Kurulu Başkanlığı’nın ceza uygulamalarına baktığımızda, son 5-6 yıldır yalnızca reklam verene ceza kesildiği, (para, durdurma ve düzeltme) reklamı yapana ve yayınlayana hiçbir ceza verilmediği görülecektir.

Bakanlığın, medya kuruluşları ile ilişikleri iyi tutmak için kanunun 16.maddesine uymadığı söylenebilir."
(http://www.tuketici.gov.tr/source.cms4/index.snet?etdid=A67D79DF-0B0A-45C5-A9DE-5BA7BAF5EA9C)

Gümrük ve Ticaret Bakanlığı Reklam Kurulu, örtülü reklam konusunda iyi bir düzenleme yapmış iken, 6112 Sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayın Hizmetleri Hakkında Kanuna dayanılarak çıkarılan ikincil düzenlemelerin en önemlilerinden biri olan Yayın Hizmeti Esas ve Usulleri Hakkında Yönetmelik 2 Kasım 2011 tarihli ve 28103 Sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi.

Ürün yerleştirme uygulaması yapılacak programın başında, sonunda ve her reklam kuşağı sonrasında ürün yerleştirme ile ilgili bilgilendirme olacak.

Ürün yerleştirmede; ürün veya hizmetin özelliklerinin övülmesi ya da benzeri diğer ürün ya da hizmetlere göre belli bir ürüne yönelik tercih bildirilmesi, ürünlere veya hizmetlere özel tanıtıcı atıflar yaparak ürün veya hizmetlerin kiralanmasının veya satın alınmasının doğrudan teşvik edilmesi ve aşırı vurgu yapılması, ürüne ilişkin detaylı bilgi verilmesi ve farklı çekim teknikleriyle ürünün ön plana çıkarılması yasak olacak.

Ürün yerleştirmenin programın bütünlüğünü bozmaması ve program içerisine yerleştirilen ürünün, programın bir parçasıymış gibi doğal mecrasında kullanılması gerekecek.

Ürün yerleştirilen programda, bir saatlik yayın süresince en fazla 4 farklı ürün yerleştirmesi yapılabilecek.

Haber bültenlerinde, çocuk programlarında ve dini tören yayınlarında ürün yerleştirme yapılamayacak.

Burada da çocuklar yine korunmuş gibi görünüyor değil mi? Aslında tam tersi. RTÜK bu yönetmelikle çok tehlikeli bir kapıyı aralık bıraktı. Çocuk ailesi ile bir aile dizisi seyrettiğinde yerleştirilen ürünlerin etkisi altında kalacak. Eğer adam kolalı bir meşrubat içiyorsa, çocuk adamın iyi bir karakter olduğunu ileri sürerek ailesinden kolalı meşrubat isteyecek veya rafa yerleştirilen ürünün ne olursa olsun görüntüsü bilinçaltına işleyecektir.

Bu reklama ürün yerleştirildi demek konuya çözüm değil, çözümsüzlük getirmektedir. Sürekli kanal değiştirip o uyarıyı görmemek de büyük olasılıktır.

Ama mesele rating savaşı, bu konuda yapıldığı iddia edilen usulsüzlükler, milyar dolarları geçen televizyon reklam pastası, politik yandaşlıklar olduktan sonra yönetmeliklerin ciddi olarak kontrol edildiğini kim iddia edebilir ki.

 Kaynak gösterimi:  www.0-18.org

1 Kasım 2011 Salı

“Anne bak bi kııııı pasta atmışlar mı”


İstanbul Oyuncak Müzesi, yerli ve yabancı bir çok oyuncağı sergiliyor. Yıllar geçtikçe unuttuğumuz deterjan kutuları, öküzbaş çiviti, tenekeden yapılmış oyuncak polis arabalarından tutunda, Almanya’dan getirilen elektrikli oyuncak trenler bir bir sergileniyor. Çocuklar ve aileleri için cumartesi ve Pazar günleri vakit geçirilecek güzel bir müze. Hemen alt katındaki kafeteryada çocuklar için doğum günü organizasyonları yapılıyor.

Oyuncak müzesinden çıkıyorum.. Birkaç adım sonra bir kadın çöpleri karıştırıyor. Çöp toplayıcılarının naylon çuvallarla kapladığı çek çek arabasının üstünde bir çocuk annesinin attığı kağıtları ezerek alta doğru sıkıştırıyor. Annesi bir yandan “ bas laan “ diye bağırıp çocuğun ayağının dibine kağıtları atıyor.

Çöp kutusu bir pastacının önünde duruyor. Çöpün önünde mayaların konduğu kartonlar, yağ kutuları ve sıvı cikolatinin konduğu plastik kaplar duruyor. Çocuk sanıyorum daha önce bu çöpten pasta yediği için annesine bağırıyor. “ Anne bak bi kııı pasta atmışlar mı“ Annesi ilgisiz, kartonları atarken yine  baaaaas” diye bağırıyor..

İstanbul oyuncak müzesinin önü. İçeride birazdan bir yaş günü partisinde pasta yenilecek. Az ilerde bir başka çocuk, çöpe pasta atılmış mı diye merak ediyor.

Eskiden raporlara, yıllardır uygulanan yanlış tarım ve hayvancılık politikaları, köyden kente giderek artan göç ve kentsel işsizlik, milli gelir dağılımının giderek bozulması diye yazardık, şimdi buna terör nedeniyle boşaltılan köyleri de eklemek gerekiyor.

Başbakan çıkıp “üç çocuk en az üç çocuk” diye bağırıyor. Üç çocukla bu işsizlikte ve bu pahalılıkta, ancak daha iyi çöp toplanabilir.

Çünkü üç çocuğu da üniversiteyi bitirmiş ama iş bulamamış o kadar çok aile varki…

Anneee bak bi kııııı pasta atmışlar mı.

Bu tür görüntüleri ve sesleri artık duymuyoruz. Kanıksanıyor zamanla, üzücü olan da o.

Kaynak gösterimi:  www.0-18.org

9 Ekim 2011 Pazar

Taşı Beni, Eğit Beni, Üniversiteye Kazandır Beni


Aksaray’dan Karapınar yoluna saptığınızda Emirgazi ilçesi karşılar sizi. Aslında Anadolu’nun tam ortasında ve Konya’ya bir buçuk saat mesafede olmanıza karşın köylerin görünümü ürkütücüdür. Birkaç kerpiç damlı ev, birkaç hayvan ve kilometrelerce sonra birkaç benzer ev daha.

Konya gelişmişlik düzeyi açısından il olarak ön sırada gelmesine rağmen, köyleri adına köy değil de mezra denebilecek kadar küçüktür.

Yalnızca Konya’mı? Ankara’nın yanı başında yolunuz Polatlı ve köylerine düştüğünde de aynı şeyi görürsünüz. Küçük köyler, terk edilmiş ilkokullar ve taşımalı eğitime “taşınan” çocuklar. Konya, Ankara, Kayseri gibi büyük illerin yanıbaşındaki köylerle tüm Anadolu’da işsizlik göçleri nedeniyle köyler boşalmış, okullar yıkık dökük bir hale gelmiştir...

Milli Eğitim Bakanlığı'ndan yapılan açıklamada, 2009-2010 eğitim öğretim yılında 668 bin 142 öğrencinin taşımalı eğitimi için 428 milyon 130 lira taşıma bütçesi, 188 milyon 766 lira yemek ödenek bütçesi ayrıldığı belirtiliyor.

Yerleşim biriminde okul bulunmayan, doğal afet ve başka nedenlerle okul binası kullanılamayacak derecede hasarlı olan, 1., 2. ve 3. sınıflarda toplam öğrenci sayısı 10’dan az olan, yerleşim birimindeki ilköğretim okulunda 4, 5, 6, 7 ve 8. sınıflar için yeterli sayıda derslik bulunmayan ve bu sınıflardaki toplam öğrenci sayısı 60’tan az olan bölgelerde taşımalı eğitim yapılıyor. Taşımalı eğitim, bu yıldan itibaren ilköğretimin yanı sıra liselerde de uygulanmaya başlanacak. Başta kızlar olmak üzere, bulunduğu yerde lise olmayan öğrenciler, lise bulunan yerlere servislerle taşınacak. Bu uygulamadan, ilk aşamada 50 bin öğrenci yararlanacak. 2010-2011 eğitim öğretim yılında orta öğretimde de bazı yenilikler uygulamaya konulacak. Yeni uygulamaların başında, özellikle kırsal kesimde uygulanan taşımalı eğitim sistemine orta öğretimin de dahil edilmesi geliyor. Bu eğitim-öğretim yılında, ilk aşamada başta kızlar olmak üzere liselerde okumak isteyen 50 bin öğrenci taşımalı eğitimden yararlanacak.

Bu konuda ilginç olan, taşımalı eğitimin birçok gelişmiş ilin hemen yanı başında yapılıyor olması. Örneğin Kayseri’nin Oymaağaç Mahallesi'nde yaşayan çocuklar, okula at arabasıyla gidip geliyor. Bu konudaki haber ise aynen şöyle;

“10 kilometrelik yolu mahallede yaşayan "Hacı Baba" lakaplı Mehmet Kocaman (70)'a ait at arabasıyla kat eden çocuklar, yetkililerden sorununa çözüm bulmasını istedi. Yolculuktaki aksamalar nedeniyle çoğu zaman okula geç kalan öğrenciler, bir saatlik yolculuğun çok yorucu olduğunu ifade etti. At arabalı taşımalı eğitim, Yerel Yönetimler Yasası'yla birlikte büyükşehir sınırlarına dahil edilerek mahalle haline getirilen Merkez Kocasinan İlçesi'nin Oymaağaç Mahallesi ile Anbar Mahallesi arasında yapılıyor. Mahallelerinde okul olmadığı için Anbar İlköğretim Okulu'na gitmek zorunda kalan öğrenciler, her gün saat 07.00'de yola çıkıyor. Çocuklar, ilk derse yetişebilmek için erkenden yola çıkmak zorunda kaldıklarından birçoğu kahvaltısını at arabasının üzerinde yapıyor.

Çocuklar, okumak için her sabah ve akşam 10 kilometrelik yolu at arabasının üzerinde kat ediyor. Yolculuklarının 2 kilometrelik bölümünü ise şehirlerarası trafik geçişinin sağlandığı çevre yolundan yapıyorlar. Öğrenciler 5 yıldan beri aynı çileyi çekiyor. Mehmet Kocaman ise ileri yaşı nedeniyle hastalandığında çocukların bazen okula geliş gidişlerinin aksamasına neden oluyor. Aralarında Mehmet Kocaman'ın torununun da bulunduğu öğrenciler, bazı günler köy sakinlerinden birisinin kendilerine eşlik etmesiyle yola çıkıyor.

"Hacı Baba" diye seslendikleri eğitim gönüllüsünün atının çektiği arabaya doluşan çocuklar tehlikeli yolculuğa başlıyor. Yaşlı adamın hastalanması halinde ise yerine aynı okulda okuyan torunu geçiyor. Servis olmadığı için okul yolunu at arabasıyla kat eden öğrenciler için yolculuğun en tehlikeli kısmı ise Kuzey Çevreyolu'na bağlantıyı sağlayan karayolunda başlıyor. Ters yönden karşıdan gelen araçların arasından 2 kilometre giden öğrenciler yaklaşık bir saatlik yolculuktan sonra okula ulaşabiliyor. Öğrenciler, at arabalı yolculuklarının son bulması için servis istediklerini dile getirdi.”

Taşımalı eğitim aslında kendi başına bir sorun değil, birçok sorunun ortak sonuçlarından yalnızca birisi. Tarımsal politikaların yanlışlığı sonucunda, tarımsal üretimin düşmesi, köylerdeki geçim sıkıntısı nedeniyle kente iş aramaya giden gençler köylerin boşalmasına neden oldu. Köylerde, köyü bekleyen yaşı ellinin üzerinde yaşlılar kaldı. Türkiye’nin kırsal nüfusu süratle azalırken, büyüyen kent nüfusu köyden gelenlere iş yaratamadı.

İşsizlik, yoksulluğu, yoksulluk cahilliği körükleyince, “beni taşıyarak mı eğiteceksiniz, beni taşıyarak mı üniversiteye hazırlayacaksınız, hani eğitimde fırsat eşitliği diyen” de kalmıyor. Özel tarikat okullarından, gösterişli kolejlere, üniversite hazırlık dershanelerinden haberi olmayan taşımalı eğitim, devlet okullarına gitmek zorunda.

Kışın soğukta at arabası ile devlet okuluna gidip, üniversiteyi de binbir zorlukla kazanabilen genç, üniversiteden mezun olduğunda iş bulabilecek mi?

Her iki üniversite mezunundan birisinin işsiz olduğu ülkemizde, artık başka ülkelerde de “üç çocuk yapın” diye öğüt veren Başbakanımız, çocukların at arabası ile okula taşındığını hangi güçlüklerle okutulduğunu ve mezun olduktan sonra da nasıl iş bulabileceğini söylüyor mu?

Siz hiç duydunuz mu?

İş mi yok? Var aslında, asgari ücretin üçte birine ikiyüz liraya temizlikçi, taşeron işçi olarak sigortasız kaçak çalışabilirsen iş var. Çocuğunun okulu mu? Okul da var şehirde. Ama ona alacak kalem, kitap zor. Onu dershaneye gönderecek paran da olmayacak. Lise mezunu olan çocuk yine iş bulamayacak.

Taşımalı eğitimi niye yapıyoruz ki? Niye bu kadar masraf? Bu çoçuklara bu kadar acı niye...

Eğitimde fırsat eşitliği olmadıktan sonra.

Kaynak gösterimi:  www.0-18.org

25 Eylül 2011 Pazar

Üç Yaşında Boksör Ondördünde Fahişe

Tayland’a giden bir arkadaşım, ülkenin milli sporu olan Tayland kick boksu için üç yaşında çocukların eldiven takılıp ringe çıkarıldıklarını anlatıyordu.

Üç yaşındaki çocukları kıyasıya yumruk, tekme birbirleri ile dövüştürenler aslında bir yandan da bahis işlerini yürütenlerdi.

Tayland, bir yandan doğal güzellikleri bir yandan da seks turizmi ile son yıllarda turizmde parlayan ülkelerin başında geliyor. Akşama kadar tapınaklar, kanallarda kayıklarla gezenler, gece 21’den sonra barlar sokağına gidip genç bir bedeni kiralamak için etrafa bakıyorlar. Genç bedenlerin bir kısmı kadın, bir kısmı da on yaşından itibaren hormon tedavileri ile kadınlaştırılan erkek çocuklarından oluşuyor. Erkek çocuklar biraz büyüdükten sonra da ameliyatla kadınlaştırılıyorlar.

Tayland’ın aslında turizm adı altında uluslararası kapitalizme sunduğu kendi halkının seks köleliği. Artık çalışamayacak kadar yaşlanan kadın ve erkekler, ellerinde birkaç baht ile köylerine dönüyorlar.          
Hindistan’da üç yaşındaki kızlar halı örmeyi öğreniyorlar. Kızlar günde 12-14 saat çalıştıktan sonra birlikte kaldıkları evlere gidip, bir tek aksam üstü doyuruyorlar. Sabah çıkarken biraz çay ve pirinç, öğlen yemeği verilmeden, aksama kadar çalışmak zorundalar. Birkaç yıl önce bu atölyelerde inceleme yapan İnsan Hakları Enstitüsü uzmanı, kızların parmaklarının falçata ile kesik olduğunu fark edince soruyor ve acı gerçeği raporunda şöyle yazıyordu; “Kızlar üç yaşından itibaren halı örmeyi öğreniyorlar. Parmakları küçük olduğu için büyüklerin atamadığı sık düğümü onlar atıyorlar, o yüzden küçük çocuklar çalıştırıyor. Hep oturmaktan bedenleri gelişemiyor. Beş altı yaşlarında ustalaşıyorlar, uykusuzluğa dayanamadıkları için ellerini falçata ile kesiyorlar, işveren kanları halıya bulaşmasın diye bir iki saat uyumalarına izin veriyormuş, ama bu sonradan dayaklı cezaya dönüşmüş.”

Az ilerde Dünya’nın sevdiği fıstık kaju’nun üretim atölyesi, yine kızlar çalışıyor. Onların da tonlarca fıstıktan birkaç tanesini bile yemeleri yasak. Yedikleri ve yakalandıkları anda o günkü ücretlerini alamıyorlar. Kızlar bu yüzden sakız bile çiğnemiyorlar, yukarıda kendilerini gözetleyenler fıstık yediklerini sanmasınlar diye.

Fas’ın ortasındaki Meknes şehri meydanı. Adamın biri boks eldiveni kiralıyor. İki çocuk harçlıklarını verip, caddenin ortasında birbirlerine kıyasıya vuruyor. Birkaç dakika sonra adam elindeki sopa ile onları ayırıp birini galip ilan ediyor. Dövüşen çocukların etrafında onlarca adam “vur vur” diyerek gülüşüyorlar.

Eski Romanın arenasındaki gladyatör dövüşünden, horoz, boğa, deve güreşlerine kadar insanoğlu nedense birbirleri ile kıyasıya dövüşen canlıları izlemeyi seviyor. Birinin hayatta kalma kavgası, seyredende nedense mutluluğu oluşturuyor.

Tayland’lı üç yaşındaki boksör, on yaşında kadınlaştırılan erkek çocuğu, on dördünde fahişeliğe başlayan kızlar, üç yaşında uyumak için elini kesen Hintli çocuklar, Brezilya’da polisin “bunlar çoğaldı yine” diye öldürdüğü yoksul çocuklar, bizim ülkemizde de küçük yaşında kiralanan çocuk tarım işçileri, sokak dilencileri, mendil satıcıları, uyku ilacı verilen bebek dilenciler gibi binlerce örnek, çocuk haklarını korumak için insanlığın daha kırk fırın ekmek yemesi gerektiğini gösteriyor.

Şimdi de, Somali’de bir kadın bebeğini gömecek bir boş yer arıyor. 

Kaynak gösterimi:  www.0-18.org

21 Mayıs 2011 Cumartesi

Tütünsüz Şeker Kamışı Nargilesi

Genç Kardeşim Al Sana TAPDK’nın Karışmadığı Tütünsüz Şeker Kamışı Nargilesi.

Çek dumanı rahat rahat...
Sigara endüstrisi, genç nesli sigaraya alıştırmak, kendisine ömür boyu bağlı kalacak insanları bir şekilde nikotin bağımlısı yapmak için binlerce yol denedi. 1950’li yıllarda doktorları bile “ben şu marka sigara içiyorum” diye reklamlarda kullandı. Üç sigara paketi getiren gence, müzik grubunun konser bileti davetiyesi verildi. Oto yarışması adı altında 1 saatlik yarış boyunca 4500 kez sigara markasının logosu bilinçaltına yerleştirildi.

Gençlerin “takıldığı” cafe, bar gibi mekanlarda kül tablası, tepsi, buzluk, ışıklı reklamların konulması karşılığında bu mekanlara binlerce dolar kira yardımı yapıldı. Sigara Endüstrisinin Horeca (Hotel Restoran ve Kafeterya) adını verdiği bu işletmeler ile yaptığı yardım sözleşmeleri elimizde mevcut.

Tütün yasağının bizim ülkemizde yürürlüğe girmesi ile, önce sigara yasağını deldiği iddia edilen klima satışları patladı ancak, sonradan bunların da bir faydası olmadığı anlaşıldı.

Sigara endüstrisi, gençleri sigaraya başlatmak için yeni yöntemler deniyor. Bunlardan biri de Nargile. Nargile tütününü acı kokulu halinden uzaklaştırıp, çeşitli aromatik maddeler ile tatlandırıp, kahveli, ballı, kavunlu v.b adlar altında sevimli göstermek. Gençler aslında tütün içtiklerinin farkında bile olmadan bir şeyler tüttürdüğünü sanıp, aslında nikotin bağımlısı oluveriyorlar. Nargileyi her zaman  bulamadıklarında ise önce “otlanma” sonra da “madem içiyorsun kaşığını yanında taşı” karşı çıkışları ile soluğu büfenin önünde alıp, bir paket sigara ver diyorlar.

Hoş geldin sigara dünyasına. Sigara endüstrisinin son yıllarda nargile kafeleri de desteklediği biliniyor. Akşama kadar yoldan geçen herkese çay ve nargile satsa bile bulunduğu yerin kirasını ödeyemeyecek nargile kafeleri var. Bunların kirasını kim ödüyor.

Nargile tütünden yapılıyor ve yasak kapsamında. Ne yapacak sigara endüstrisi bu sefer, nikotinsiz bir bitki bulup ondan nargile yapacak ki, gençler dumana alışsın. Önce duman, sonra tütünlü nargile, sonra sigara.

Yeni nikotin köleleri.

Yaptı mı pekiyi. Evet, yaptı.

Sağlık Bakanlığı Kanserle Savaş Dairesi şeker kamışından yapılan yeni bir nargileyi TAPDK’ya (Tütün ve Alkollü İçkiler Piyasa Düzenleme Kurulu) şikayet etti. TAPDK ise bunun içinde tütün yok diyerek kendini yetkisiz ilan edince, şeker kamışı nargilesine gün doğdu.

Firmanın kendi internet sitesindeki reklamı Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’nın tüketiciyi aldatıcı reklamları denetleyen Reklam Kurulunun 10.05.2011’de yaptığı toplantısında gündeme gelen konu, TAPDK’nın “tütün değil” demesi ile kapanacaktı. Ama sonradan bazı kurul üyelerinin itirazları ile konunun dumanın içine çekilme açısından hangi zararlarının olabileceği endişesi ile üniversitelerin göğüs hastalıkları bölümlerine sorulmasına karar verildi.



Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nazmi Bilir bu konuda şunları söylüyor:


“Nargilede yakılan ürün, tütün içermese de sağlık açısından zararlıdır. Bu zararların üç başlıkta ele alınabileceğini ifade eden Bilir'in verdiği bilgiye göre, “İçinde tütün olmasa da bitkisel bir ürün ateş üzerinde yakılıyor ve meydana gelen duman kullanıcı tarafından solunuyor. Yanma sırasında karbonmonoksit, karbondioksit, azotlu bileşikler, hatta katran gibi zehirli ve tahriş edici maddeler oluşabiliyor ve bu maddeler solunum yolu ile vücuda giriyor.”


Yıllardır tütünü yaygınlaştırmak için film yıldızlarına bir film boyunca üç paket sigara içirmekten tutun da, sigaranın üretimi esnasında, ardıçotu, şerbetçi otu, vanilya, kakao, bal sosu koyarak “sigara artı marka bağımlısı” yaratan sigara endüstrisi bu kez de tütün nargilesinden sonra şeker kamışı nargilesini deneyecek.

Hindistan’dan kaçak gelen nargile tütününün yerine şimdi “resmi olarak” izinli ithal edildiği söylenen şeker kamışı nargilesi gelecek.

Kafaları tütüne alışık olanlar hemen “biz gençliğimizde mısır püskülü sarar içerdik” diyerek bunun “masum” olduğunu iddia edecekler.

Ama ellerinde yanan Amerikan sigarası, geçmişte mısır püskülü içmenin bile masum olmadığının bir göstergesi olacak. Aynen nargileye konulacak şeker kamışının masum olmadığı gibi.

TAPDK’nın kendisini yetkisiz ilan ettiği şeker kamışı nargilesi ile ilgili karar, Reklam Kurulundan bakalım nasıl çıkacak…




Kaynak gösterimi:  www.0-18.org

7 Mayıs 2011 Cumartesi

Mezardan Ekmeğim

- Ağabey, rahmetlinin mezarına su dökelim mi, yıkayalım ağabey istersen bir güzel...
- Adın ne senin?
- İbrahim, Ağabey
- Dök bakalım İbrahim.

İbrahim, Ankara Karşıyaka mezarlığında ekmek parasını kazanmaya çalışan çocuklardan birisiydi. Elindeki beş litrelik pet şişeye koyduğu su ile yakınlarının mezarlarını ziyaret eden insanların yanına yaklaşıp mezarlarını yıkıyordu. İbrahim mezarlığın yakınındaki gecekondulardan birinde oturuyor ve birkaç kardeşi ile birlikte özellikle arife ve bayram sabahları okul harçlıklarını çıkarıyorlardı.

İbrahim’le sohbeti sürdürdük.

- Kaç kardeşin var İbrahim?
- İki, ağabey
- Okuyor musun?
- Evet, 7. sınıftayım
- Güvenlikçiler kızmıyor mu size?
- Kovalıyorlar ama yine de giriyoruz
- Mezar yıkama işinde iyi para var mı?
- Yok ağabey, aslında ben mezarlara çiçek de dikiyorum ama bana güvenen yok
- Nasıl yani?
- Mezara ziyarete gelenlere söylüyorum, çiçeğini ben dikerim 20 lira verin gidip alayım geleyim diye ama güvenmiyorlar
- 20 liran olsa?
- 20 liralık çiçek alıp şurada kasaya koyup isteyenlere satacağım.
- Yetiyor mu 20 lira?
- Yeter.

İbrahim’i Anneler Gününde Karşıyaka’da mezarlıkta yine gördüm. Önünde iki üç kasa çiçeği vardı. Kardeşleri ile mezarlara çiçek ekiyorlardı...
           
İşler iyi mi diye sordum...

İyi, ağabey dedi, daha iyi...

Çocukların sokakta çalıştırılmasına ben de karşıyım. Hele mezarlıkta, ama karşı olmak yetmiyor, işte karın aç olunca gerisi gurultu...


Kaynak gösterimi:  www.0-18.org 

1 Mayıs 2011 Pazar

Çernobil’den Fukuşima’ya Çocuklar…

Çernobil nükleer santralinde meydana gelen kazadan en çok etkilenenlerin başında çocuklar geliyordu. Nükleer santralde kullanılan radyoizotop Sezyum 137 elementi en çok trioid bezi kanserlerine yol açıyordu. Önce Çernobil, sonra Karadeniz bölgesinde 25 yıldır meydana gelen kanser vakalarında artışın doğru dürüst araştırılmamasının da bir amacı vardı. Yıllardır Sinop’ta yapılması planlanan nükleer santrale olumsuz etki edeceği düşünülerek Karadeniz’de kanser hastalıklarının artışı bile araştırılmadı. Nükleer santralden çıkan nükleer bulut, Karadeniz’e, çaya, fındığa zehrini bıraktı. Çaylar yıllarca depolarda saklandı, sonra depolarda meydana gelen çatlamalarla radyasyonlu çay derelere karıştı, halkın yiyeceğine karıştı.

Mülkiyeliler Birliği dergisi editörü, 1997 yılında benden Çernobil kazasının 10.yılında Rusya’nın durumunu anlatan bir yazı yazmamı istemişti*. OECD tarafından yapılan araştırmada bölgedeki kanser vakalarının süratle arttığı ve ancak 2050 yılında normal seviyeye düşeceği açıklanmıştı. Belarus’ta 1981-85 yılları arasında milyonda 0.3 olan trioid bezi kanserleri 91-94 döneminde 30.6’ya sıçramıştı. Gomel bölgesinde ise 81-85 yılları arasında milyonda 0.5 olan oran 91-94 yılları arasında 96.4 idi. OECD raporunda beni en çok etkileyen cümle genellikle dış ülkelerde editörler tarafından pek yapılmayan ancak durumun vehametini göstermek açısından cesaretle konan bir nottu. Bu notu da sizinle paylaşmak istiyorum.

“Biz bu tablonun olduğu bölümü yazarken trioid bezi kanserine yakalanan üç çocuk daha hayatını kaybetmişti.”

Çernobil, Türkiye’de unutulmadı. Bir çok insanımız hala trioid bezi hastalıkları ile uğraşıyor. Kiminle konuşsam trioid bezi nodüllerinden şikayetçi. Ama yaşanan tüm kazalara rağmen Çernobil olsun Fukuşima olsun nükleer enerjiyi hala en güvenli enerji olarak tanıtan nükleer lobilerinin işbirlikçileri aramızda dolaşıyor. Nükleer enerji güvenli gibi tanıtılsa da nükleer santrallerden çıkan radyasyonlu artıkların nereye gömüleceği belli değil.

Sorun enerji ve enerji verimliliği ise birçok yeni ve yenilenebilir enerji kaynağını kullanmak mümkün. Nükleer santrallerden elde edilen enerjiden daha çok bizim siyasi iktidarın isteği aslında nükleer klübe üye olup bir şekilde bölgede daha fazla güçlü hale gelmek. Ame zenginleştirilmiş yakıt çubukları konusunda da nükleer klubün ağabeyleri öyle kolay kolay teknolojiyi transfer etmiyorlar. “Al çubuğu biz verelim, sen yak” mantığı ile de nükleer  klübe üye olunmuyor. 

Türkiye’nin gerçek sorunu enerji açığı değil. Şebeke kayıpları aslında. Doğalgaz ithal ederek elektrik üretiyor, ürettiğimiz elektriğin de parasını toplayamıyoruz. Gelişmiş ülkelerde artık duran nükleer enerji yatırımları nedeniyle işsiz kalan nükleer santral enerjisi yeni yatırım yapacak ülkeler arıyor. Kalan ender ülkelerden biri de Türkiye. Nükleer santrallerin de geçmişte olduğu gibi hormonlu danalardan radyasyonlu çaylardan hiçbir farkı yok.

Bu işe evet diyen siyasi iktidarın yetkililerine bir dış gezi de ben yaptırabilseydim, 25 yıl sonra bile Çernobil civarındaki kentlerdeki hastanelerde tedavi gören saçları dökülmüş çocukları ziyaret etmelerini sağlardım. Bakın bunlardan biri sizin de çocuğunuz olabilir diyerek…

* Çernobil 10 Yıl Sonra, Kanser Hızla Artıyor. Mülkiyeliler Birliği Dergisi 197.Sayı. Vargı, Sinan.


Kaynak gösterimi:  www.0-18.org 

Geleceğin Psikopatını Yetiştirme Yolları

Geçen gün sokakta, üç tane orta yaşlarda bayan ve bir yaşlıca bey ile beş yaşlarında bir erkek çocuğu yürüyordu. Çocuk yaygara feryat ile bir şeyler istiyor, önce elinden tuttuğu kadına tekmeler savuruyor, sonra yanındaki kadına yumruk ve tekme ile girişiyordu. Sonunda yaşlı adam dayanamadı, çocuğu sarsmak için omzundan tuttuğunda tekmeden o da nasibini aldı.

Ağlamalar, yaygara ve feryat eşliğinde kendi istediğini yaptıran veya kendi istediği bir malı satın aldıran çocuk, kendisi ile mantıklı konuşulduğunda bile daha önceden aynı davranışta başarılı oldu ise, yine ağlamaya devam edecektir. O yüzden ağlayarak bir şey aldırdığı yetişkin doğru, kendisine başka bir şey satın almamak için nutuk çeken insan ise onun için hatalıdır ve yaygara etmeye ve hatta saldırgan bir tutum takınmaya devam edecektir..

Bu haftaki yazım, “Vurursan Kırılır” başlığı altında 0-18 yaş grubundaki bir çocuğun korunması ile ilgili değilmiş gibi gelse de aslında çok yakından ilgili.

Çocuğun yetişme çağında, “aman okusun, geri kalmasın, arkadaşlarından kendini eksik hissetmesin” diyerek onun istediği her şeyi satın alan veliler, aslında iyilik yerine kötülük ettiklerini yıllar sonra anlıyorlar. 

Toplumumuzda, cinsel sapıkların yanı sıra, psikopatlık da giderek çoğalıyor. Çocuklar en çok Kurtlar Vadisi ve benzerleri gibi dizilerde, kaba kuvvetin geçerli olduğunu ve bu yolla para kazanılıp lüks içinde yaşanabileceğini öğreniyorlar.

Prof. Dr. Bengi Semerci bu konuda şunları söylüyor;

“Psikologlara, 32 yaşındaki oğlu için gelen anne şikayet ediyor: “Doğru dürüst okumadı ama okul bitti. Şimdi de iş beğenmiyor. Bulduğumuz işlere 'yorucu, bana yakışmaz, bu paraya çalışılır mı' gibi gerekçelerle gitmiyor. Bütün gün evde. 'Onu getir, bunu al' şeklinde emirler veriyor. Yapmak istemediğimizde 'Beni doğurdunuz, yapmak zorundasınız, çocuğunuz değil miyim?' diyor. Direnirsek, üstümüze yürümeye başlıyor. Artık korkuyoruz. Ne yapabiliriz?"

Bir başka anne benzer şeyleri henüz 16 yaşındaki oğlu için anlatıyor. Her sabah özel şoförün okula götürdüğü, haftalık harcaması asgari ücretten fazla olan, kredi kartı ile istediğini alabilen ve bunların az olduğunu, okulu nasılsa bitireceğini, babasının işinin onu beklediğini ve bu nedenle gençliğini çalışarak geçirmesinin anlamsız olduğunu söyleyen, sabahlara kadar barlarda gezen, kızdığı zaman kendisine küfür eden, el kaldıran bir çocuk.

Bir baba, 14 yaşındaki çocuğunun kendisini yaraladığını ağlayarak anlatıyor ve benzer bir öyküyü aktarıyor.

Hepsinin son cümlesi benzer: "Doğduğundan beri bir dediğini iki etmedik, koruduk, sevdik. Hiçbir şeyini eksik bırakmadık. Niçin böyle oldu?" Çevreye ve kendine zarar verici davranışların olması, herkesin kendisine borçlu olduğunu düşünen ve bu nedenle isteklerinin hemen ve eksiksiz yerine getirilmesini isteyen, yapılmadığı zaman saldırganlaşan, emek sarf etmeyen, sorumluluklarını yerine getirmeyen kişileri 18 yaşın altındalarsa, 'davranış bozukluğu'yla, üstünde ise 'anti-sosyal kişilik bozukluğu'yla tanımlıyoruz. Yaygın olarak bilinen adı ile bu kişilere 'psikopat' diyoruz. Son yıllarda bu sorunla ilgili başvurular giderek artıyor. Bu artışın en büyük nedeni; çocuk yetiştirme biçimimizdir.”


Sorumsuz ve Doyumsuz Çocuk

Doğduğundan beri bir dediği iki edilmeyen, her istediğine kavuşan, isteğinin yaşı ile uyumlu olup olmadığına bakılmayan, emek sarf etmeden, değerini bilmeden alınanları, yapılanları hak görerek yetişen bir çocuğun; sorumluluk sahibi, doyumlu, çalışarak kazanmanın erdemine inanan, bir şeyleri elde etmek için emek sarf etmesi gerektiğini bilerek çalışan bir birey olmasını beklemek mümkün mü?

Avrupa’lı ve Amerika’lı aileleri 'çocuklarına bakmıyorlar, yazları çalışmalarını istiyorlar' diye kötüleyenlerin düşüncelerini gözden geçirmelerinde yarar var. Çocuklarımızı sevmekle onları doğru yetiştirmek arasındaki farkı anlamamıza yardımcı olur, diye daha önce de Prof.Dr Semerci tarafından yayımlanan 'Geleceğin Psikopatlarını Yetiştirme Yolları'nı yayınlamakta fayda görüyor ve kendisine teşekkür ediyorum.

- Daha küçükken çocuğa istediği her şeyi vermeye başlayın! Bu şekilde o, herkesin onun geçimini sağlamak zorunda olduğuna inanacaktır.

- Kötü sözler söylediği zaman gülün! Böylece o kendisinin akıllı olduğuna inanacaktır.

- Ona düşünmeyi ve beynini kullanmayı hiç öğretmeyin! 21 yaşına gelince kendi kararlarını, kendisi versin diye bekleyin!

- Yerde bıraktığı her şeyi kaldırın; kitaplarını, ayakkabılarını, kıyafetlerini... Onun için her şeyi siz yapın ki o, bütün sorumluluklarını başkalarına yüklemeye alışsın!

- Onun gözünün önünde sık sık kavga edin ki aile bir gün parçalanırsa çok fazla üzülmesin.

- Ona istediği kadar harçlık verin ki hiçbir zaman kendi parasını kazanmanın ne olduğunu öğrenmesin.

- Yiyecek, giyecek ve konforla ilgili bütün arzularını yerine getirin ki, istediklerine ulaşmak için çalışmak gerektiğini öğrenmesin.

- Komşulara, öğretmenlere, polislere karşı daima onun tarafını tutun ki, onların hepsine karşı peşin hükümleri oluşsun.

- Bütün bunları ve benzerlerini yaparak yetiştirdiğiniz çocuğunuz bir gün suç islerse, kendisinden özür dileyin! Ama onu felaket dolu bir hayata hazırladığınız için kendinize teşekkür etmeyi ihmal etmeyin!!

(Bu belge, ABD Houston Polis Müdürlüğü tarafından hazırlandı ve kentteki tüm evlere ve okullara dağıtıldı.)

Kaynak gösterimi:  www.0-18.org

Ankara’nın Nesi Meşhur?

Ankara’nın turizm açısından son yıllarda hızla gelişen şirin ilçesi Beypazarı’ndayım. Sokaklarda dolaşırken boynumda fotoğraf makinesini gören çoçuklar, “amca, amca bizim de fotoğrafımızı çek” diye bağırıyorlar.

Kıramıyorum onları. Önce biri, sonra ikisi, üçü, dördü, beşi poz veriyorlar tek tek. İkisi kardeş. Diğerleri ile aynı okula gidiyorlar. Fotoğrafları çekip, sonra tek tek gösteriyorum. İyi çıkmadı deyip bir daha, sonra “ biz de çekebilir miyiz” diyerek fotoğraf makinesini istiyorlar. Tarif ediyorum kullanmayı. Sonra onlar çekiyorlar.

İki kardeşin annesi, yünden banyo lifi örüp, hafta sonu gelen turistlere satıyor. Babaları bir konak-lokantasında garson. Sohbet ilerledikçe, Beypazarı’na gelen turistlere her bir ailenin bir şeyler sattığını, kiminin havuç suyu sıktığını, kiminin de Beypazarı evlerinin tahtadan maketlerini yaptığını öğreniyorum.

Büyük çocuk “ekmek parası işte” deyiveriyor. Herkes ekmek parasının peşinde. “Ağabeyim” diyor, “ekmek parasını kazanmak için Ankara’da çalışıyor, hafta sonlarında geliyor buraya ama annem tezgahta çalıştığı için onu fazla göremiyor.” 

Çocuklar bile ekmek parası lafı açılınca karamsar. Her ailede konuşulan demek ki ekmek parası.

Konuyu dağıtmak için “Beypazarı’nın nesi meşhur” diyorum. Kimisi “gümüşü” diyor, kimisi de “Beypazarı Kurusu”.

- Pekiyi, Ankara’nın nesi meşhur?

Büyük çocuk hemen atılıyor. “Ekmeği” diyor, “ekmeği meşhur.”

Şaşırıp, “niye ekmeği meşhur” diye soruyorum.

“Heykelini dikmişler ekmeğin” ağabey diyor.

- Ne heykeli ya...

- Ankara’dan Sincan çıkışında direğin üstünde kocaman ekmek heykeli var. Aynı ekmek heykelinden Eskişehir yolu çıkışında da var. Ankara’nın ekmeği meşhur olmasa heykelini dikerler mi ağabey. Demek ki her Ankara’ya giden o ekmeğin parasını kazanmak için gidiyor.

Dönüşte bakıyorum ekmek heykeline, çocuk doğru söylüyor. Ankara’nın bir çok yerinde açılan Trabzon Vakfıkebir ekmeği yapan fırınların önünde kocaman ekmek heykelleri var.

Bir reklam panosu ama çocuk algısı ekmek parası için Ankara’ya giden ağabeyi ile o reklamdaki ekmeği birleştiriveriyor.

Şimdi o ekmek heykelini her gördüğümde, ekmek parası için gurbete gidenlerin özlemlerini hissediyorum.


Kaynak gösterimi:  www.0-18.org