ULUSAL İLETİŞİM AĞI

23 Ekim 2010 Cumartesi

Yeni evimiz, yeni ilçemiz

Bu yaz Gökçeada’ya düştü yolum. Eski adı İmroz olan, Rumlar tarafından da Imbros olarak adlandırılan Gökçeada, Ege’nin doğal su kaynakları açısından en zengin adası. Zeytinlikleri organik tarıma açılan yeni toprakları ile Gökçeada’da şu anda toplam nüfus 8672 kişi. Rumlar 1960’lı yıllara kadar nüfus çoğunluğunu sürdürmüşler. O yıllarda adada 5847 Rum, 289 Türk aile yaşıyormuş. Bu yıldan itibaren çeşitli nedenlerle başlayan göçlerle Rum nüfusu azalarak 2009 yılı itibarıyla 300 kişiye kadar düşmüş. Bu 300 kişinin çoğu da doğdukları toprakları ne olursa olsun terk etmek istemeyen yaşlı Rumlardan oluşuyor.

Adada her yıl 15 Ağustosta yapılan Meryem Ana anma etkinlikleri nedeni ile dünyanın dört bir yanından gelen eski Imbros’lular ve onların çocukları ile adada bir şenlik havası esiyor. Gökçeada, İsparta’da yapılan baraj gölünün suları altında kalan İspartalıların da göç ettikleri bir yer. Ayrıca birçok Güneydoğulu aile buraya yerleşmiş. Bir de Trabzon’un Vakfıkebir ilçesinden gelen gelen çok sayıda aile Gökçeada’da lokantacılık ve pastacılıkla uğraşıyorlar.

Bu sayfadaki fotoğrafı bir zamanlar 1950 hanesi ile Türkiye’nin en büyük köyü olan Dereköy’de Meryem ana törenlerinden bir gün önce çektim. Onların yeri yıkayarak süpürdükleri yer, aslında eski Dereköy’ün çamaşırhanesi. Taşlar üzerinde tokaçlarla dövülen çamaşırlar bir zamanlar burada yıkanırmış. Bu çamaşırhaneyi yıkayıp süpüren kızlardan birisi Diyarbakır’dan birisi ise Vakfıkebir’den. Ertesi gün Rumlar doğdukları, anne ve babalarının yaşadıkları köye ziyarete geldiklerinde burayı ziyaret edecekleri için onlar da temizliyorlar. Dereköy’deki çoğu yıkık dökük, çoğu da yıkılmak üzere olan Rum evlerinin eski sahipleri yılda bir çocukları ve torunları ile gelip evlerinin hüzünlü haline bakıp gözyaşı döküyorlar. Bu arada bölgeye yeni yerleştirilen ve kendi köyleri sular altında kalan İspartalı aileler onları misafir ediyorlar. Vakfıkebirliler de gelenlere sıcak pide çıkartıyorlar.

Rum çocukları, Diyarbakır çocukları, Vakfıkebir’in Karadeniz uşakları ve İspartalı çocuklar yılda bir, birbirlerinin dillerinden anlamasalar bile bir hüznü hep birlikte yaşıyorlar. Kısa süreli bir göç hüznü bu. Belki de yıllar sonra hepsi bir şekilde kendilerini “adalı” hissetmeyi başaracak. Rum’un getireceği para ile İspartalı’nın meyvesi satılacak, Güneydoğuluya iş imkanı yaratılacak.

Beni gezdiren taksici İspartalıydı. Rumlar onu çok seviyorlardı. Nerdeyse adadaki bütün Rumlarla tanışıktı. Şarapçı, Barba Yorgo, Muhallebici Amirsa ve Panayot çifti ve bir çok Rum aile ile tanıştık. Niye seni bu kadar seviyorlar, dediğimde ise cevabı, “benim köyüm sular altında, onun için adaya geldiğimi biliyorlar, hüznümü biliyorlar, onların evlerinin çoğu yıkıldığı ve çocukları göç ettiği içinde ben onların hüznünü biliyorum, belki de o yüzdendir,” deyiverdi.

O aksam Meryem anayı ananlar arasında, Rum, İspartalı, Diyarbakır,’lı, Vakfıkebirli çocuklar da vardı. Birlikte belki ne olduğunu tam olarak anlamadıkları bir kutlamanın ortasında çocuk saflığı ile dönüyorlardı.



10 Ekim 2010 Pazar

Tekel İşçileri Ve Çocukları

Tekel işçilerinin eylemi, 15 Aralık’ta, karlı bir Ankara gecesinde başladı. 16 Aralık’ta, Abdi İpekçi Parkında eylem devam ederken, soğukta güvenlik güçlerinin tazyikli su ve göz yaşartıcı gaz ile grubu dağıtmak istemeleri üzerine, Bayındır Sokak’ta Türk-İş Konfederasyonu önünde devam etti.

Dondurucu soğukta ıslanan elbiselerini kurutmak için Türk-İş’e sığınan işçilerin bir bölümü aşırı gazdan nefes alamayacak durumdaydılar. Ankara Tabip Odası üyeleri tarafından acil tedavileri yapılan üyeler ambulanslarla hastaneye taşındılar. Yarısından fazlası sonraki on gün içinde ağır gribe ve zatürreye yakalandılar. Direnişin dördüncü gününde, Türk-İş önünde oturma eylemleri başlatıldı. Sivil toplum örgütleri, sendikalar, siyasi partiler işçilere tek tek destek ziyaretleri yapmaya başladılar.

Gece karton kutuların üzerinde oturup, teneke içinde ateş yakarak ısınmaya çalıştılar. Eylemin ilerleyen günlerinde iple gerilen derme çatma naylon tentelerle başlayan barınma serüveni, daha sonraki günlerde acemilikleri gidince, direkli, sobalı kondularla devam etti.

Tekel işçileri 78 gün süren eylemleri sırasında açlık grevleri yaptılar. Birçoğu şekerli su içmeyi bile reddetti. Konfederasyonun konferans salonuna kurulan revir ve salonun önüne kurulan yataklarda yalnızca açlık grevi yapanlar yatırıldı. Onlarca işçi hastaneye taşındı.

Hamdullah Yıldız adlı bir işçimiz sabah erkenden namaza giderken Mithatpaşa Caddesinde karşıdan karşıya geçerken alkollü bir sürücünün kullandığı jipin altında kalarak yaşamını yitirdi. Bir kadın işçi sabah gelen telefonla çocuğunun ölüm haberini aldı.

Birkaçı da bu eylem sırasında annesini ve babasını yitirdi. Çocuklara eylem boyunca anneanneleri, babaanneleri, teyzeleri, dedeleri baktı. Her işçinin cebinde elini atıp hemen çıkarıp öptüğü çocuklarının fotoğrafları vardı.

Bu eylemde insana özgü ne varsa gördüm. Yardımlaşmayı, ihaneti, cesareti, kararlılığı ve direnme gücünü. Bir tek korkuyu göremedim.

Ta ki eyleme katılan bir işçinin küçük kızının bu fotoğrafını çekene kadar.

Babasını aylardır görmemişti. Her gece annesi televizyon haberlerinde tekel işçileri dendiği zaman onları susturuyor, gazı, suyu, jopu, soğukta direnen işçileri görünce belki de ağlıyordu.

Çocuklar babalarını görmeye Ankara’ya geldiklerinde babalarına sarılmış öylece kalmışlardı. Babanın gözlerinde yorgun da olsa mutluluk vardı. Küçük kız, çadırların önünden geçen insan kalabalığını görünce korkmuştu.

Tekel eylemi 78 gün sonra 2 Mart 2010 günü bitirildi. Çadırlar söküldüğünde ortalığı derin bir sessizlik aldı. Birçok işçi ağlıyordu. Sobalı çadırların içinde kalan bir ağaç sıcaktan yeşillenmişti. İşçilerin birçoğu 4-c denilen kölelik düzenine geçmeye mecbur bırakıldılar. Bir kısmı da direnmeye devam ediyorlar.

Tekel eyleminde direnen anne ve babaları kadar çocuklar da yara aldı. Ancak, onlarınki iyileşmesi en zor olan, ruhsal bir yaraydı. 


http://www.0-18.org/           

3 Ekim 2010 Pazar

Dilenci Çocuk Büyütüyoruz

Yoksulluktan kundakta iken kiralanırlar dilenci mafyasına. Günlük işine kundakta iken çıkarlar. Mamalarına karıştırılan düşük dozdaki uyku ilacı ile gün boyu mışıl mışıl uyurlarken, dilenci kadın sık sık bebeğine süt veya ilaç almaktan söz ederek dilenir.

Üç dört yaşına kadar, bir büyüğün yanında dilenirler. Sonra bir başka büyük çocuğun yanında mendil-sakız satmaya işe çıkarlar. Orada yalvarmayı, para saymayı, kaçmayı öğrendiklerinde beş-altı yaşlarındadırlar. Yirmi, otuz çocukla paylaşılan tek göz evlerde kalmaya başladıklarında kız erkek farkı olmadan cinsel tacizi de öğrenirler.

Sonra on yaşlarında mendil torba ile teslim edilir ve birkaç saat içinde satması yoksa dayak yiyeceği Pavlov’un köpeği misali öğretilir. O yüzden yalvarmayı, ağlamayı da öğrenirler. On beş yaşlarında artık onun da bir göz kulak olacağı bir dilenci takımı olur. Ağabeylerine bu takımdan sorumluluk yemini eder. Mendiller, sakızlar koli koli gelir ve hesaplarını tutar.

Erkek çocuk 18 yaşında geldiğinde artık toplumun kendisine borçlu olduğunu ve önüne gelen her insandan para istediğinde ona vermesi gerektiğini öğrenir. Artık gasp’ın, soygunun insanıdır. Mafya büyüttüğü fidanına sahip çıkar gibi görünse de aslında getir götürden başlayıp, “sık ayağına bi tane” ye kadar uzanan emirleri yerine getiren bir emir erini içeri düşene veya kundakla başlayan hayatı kefende sona erene kadar kullanır. Kızlar ise yine tahmin edilebilir kendi alınyazılarını yaşarlar.
           
Bu da benim rastladığım dilenci çocuğum... Gümüşsuyu caddesinden aşağı yürürken rastladım ona. Bir elinde litrelik kola şişesi, bir elinde oyuncak tabancası ile sokakta dilenen kadının yanında dolaşıp duruyordu. Ancak üç dört yaşlarındaydı. Öyle sokakta mendil, sakız satacak yaşta olmadığı için ailesi tarafından kiralanmıştı belki de.

Türkiye’deki binlerce dilenci çocuktan biriydi. Bir elinde kolası, bir elinde silahı ile kendi kaderini çizmişti bile.

Gümüşsuyu caddesinden aşağı inerken, su satan bir çocuk ile “abi valla pazartesi ödeyeceğim, adam parayı ödemedi“ diye telefonda bağıran bir genç adam önümden geçti gitti. Aslında bakıyordum da, elli yıldır IMF’den borç almaya alışık hükümetler, hepimizi daha doğar doğmaz dilenci yapmıştı.

Yoksulluk arttıkça, dünyanın en eski iki mesleği fahişelik ve dilenciliğin de artacağı kesin. Var olduğu iddia edilen ekonomik büyüme, kaldırımda dilenmesi için kiralanan çocuğun ailesine ne kadar yansıyor ona bakmak gerekli.