ULUSAL İLETİŞİM AĞI

21 Mayıs 2011 Cumartesi

Tütünsüz Şeker Kamışı Nargilesi

Genç Kardeşim Al Sana TAPDK’nın Karışmadığı Tütünsüz Şeker Kamışı Nargilesi.

Çek dumanı rahat rahat...
Sigara endüstrisi, genç nesli sigaraya alıştırmak, kendisine ömür boyu bağlı kalacak insanları bir şekilde nikotin bağımlısı yapmak için binlerce yol denedi. 1950’li yıllarda doktorları bile “ben şu marka sigara içiyorum” diye reklamlarda kullandı. Üç sigara paketi getiren gence, müzik grubunun konser bileti davetiyesi verildi. Oto yarışması adı altında 1 saatlik yarış boyunca 4500 kez sigara markasının logosu bilinçaltına yerleştirildi.

Gençlerin “takıldığı” cafe, bar gibi mekanlarda kül tablası, tepsi, buzluk, ışıklı reklamların konulması karşılığında bu mekanlara binlerce dolar kira yardımı yapıldı. Sigara Endüstrisinin Horeca (Hotel Restoran ve Kafeterya) adını verdiği bu işletmeler ile yaptığı yardım sözleşmeleri elimizde mevcut.

Tütün yasağının bizim ülkemizde yürürlüğe girmesi ile, önce sigara yasağını deldiği iddia edilen klima satışları patladı ancak, sonradan bunların da bir faydası olmadığı anlaşıldı.

Sigara endüstrisi, gençleri sigaraya başlatmak için yeni yöntemler deniyor. Bunlardan biri de Nargile. Nargile tütününü acı kokulu halinden uzaklaştırıp, çeşitli aromatik maddeler ile tatlandırıp, kahveli, ballı, kavunlu v.b adlar altında sevimli göstermek. Gençler aslında tütün içtiklerinin farkında bile olmadan bir şeyler tüttürdüğünü sanıp, aslında nikotin bağımlısı oluveriyorlar. Nargileyi her zaman  bulamadıklarında ise önce “otlanma” sonra da “madem içiyorsun kaşığını yanında taşı” karşı çıkışları ile soluğu büfenin önünde alıp, bir paket sigara ver diyorlar.

Hoş geldin sigara dünyasına. Sigara endüstrisinin son yıllarda nargile kafeleri de desteklediği biliniyor. Akşama kadar yoldan geçen herkese çay ve nargile satsa bile bulunduğu yerin kirasını ödeyemeyecek nargile kafeleri var. Bunların kirasını kim ödüyor.

Nargile tütünden yapılıyor ve yasak kapsamında. Ne yapacak sigara endüstrisi bu sefer, nikotinsiz bir bitki bulup ondan nargile yapacak ki, gençler dumana alışsın. Önce duman, sonra tütünlü nargile, sonra sigara.

Yeni nikotin köleleri.

Yaptı mı pekiyi. Evet, yaptı.

Sağlık Bakanlığı Kanserle Savaş Dairesi şeker kamışından yapılan yeni bir nargileyi TAPDK’ya (Tütün ve Alkollü İçkiler Piyasa Düzenleme Kurulu) şikayet etti. TAPDK ise bunun içinde tütün yok diyerek kendini yetkisiz ilan edince, şeker kamışı nargilesine gün doğdu.

Firmanın kendi internet sitesindeki reklamı Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’nın tüketiciyi aldatıcı reklamları denetleyen Reklam Kurulunun 10.05.2011’de yaptığı toplantısında gündeme gelen konu, TAPDK’nın “tütün değil” demesi ile kapanacaktı. Ama sonradan bazı kurul üyelerinin itirazları ile konunun dumanın içine çekilme açısından hangi zararlarının olabileceği endişesi ile üniversitelerin göğüs hastalıkları bölümlerine sorulmasına karar verildi.



Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nazmi Bilir bu konuda şunları söylüyor:


“Nargilede yakılan ürün, tütün içermese de sağlık açısından zararlıdır. Bu zararların üç başlıkta ele alınabileceğini ifade eden Bilir'in verdiği bilgiye göre, “İçinde tütün olmasa da bitkisel bir ürün ateş üzerinde yakılıyor ve meydana gelen duman kullanıcı tarafından solunuyor. Yanma sırasında karbonmonoksit, karbondioksit, azotlu bileşikler, hatta katran gibi zehirli ve tahriş edici maddeler oluşabiliyor ve bu maddeler solunum yolu ile vücuda giriyor.”


Yıllardır tütünü yaygınlaştırmak için film yıldızlarına bir film boyunca üç paket sigara içirmekten tutun da, sigaranın üretimi esnasında, ardıçotu, şerbetçi otu, vanilya, kakao, bal sosu koyarak “sigara artı marka bağımlısı” yaratan sigara endüstrisi bu kez de tütün nargilesinden sonra şeker kamışı nargilesini deneyecek.

Hindistan’dan kaçak gelen nargile tütününün yerine şimdi “resmi olarak” izinli ithal edildiği söylenen şeker kamışı nargilesi gelecek.

Kafaları tütüne alışık olanlar hemen “biz gençliğimizde mısır püskülü sarar içerdik” diyerek bunun “masum” olduğunu iddia edecekler.

Ama ellerinde yanan Amerikan sigarası, geçmişte mısır püskülü içmenin bile masum olmadığının bir göstergesi olacak. Aynen nargileye konulacak şeker kamışının masum olmadığı gibi.

TAPDK’nın kendisini yetkisiz ilan ettiği şeker kamışı nargilesi ile ilgili karar, Reklam Kurulundan bakalım nasıl çıkacak…




Kaynak gösterimi:  www.0-18.org

7 Mayıs 2011 Cumartesi

Mezardan Ekmeğim

- Ağabey, rahmetlinin mezarına su dökelim mi, yıkayalım ağabey istersen bir güzel...
- Adın ne senin?
- İbrahim, Ağabey
- Dök bakalım İbrahim.

İbrahim, Ankara Karşıyaka mezarlığında ekmek parasını kazanmaya çalışan çocuklardan birisiydi. Elindeki beş litrelik pet şişeye koyduğu su ile yakınlarının mezarlarını ziyaret eden insanların yanına yaklaşıp mezarlarını yıkıyordu. İbrahim mezarlığın yakınındaki gecekondulardan birinde oturuyor ve birkaç kardeşi ile birlikte özellikle arife ve bayram sabahları okul harçlıklarını çıkarıyorlardı.

İbrahim’le sohbeti sürdürdük.

- Kaç kardeşin var İbrahim?
- İki, ağabey
- Okuyor musun?
- Evet, 7. sınıftayım
- Güvenlikçiler kızmıyor mu size?
- Kovalıyorlar ama yine de giriyoruz
- Mezar yıkama işinde iyi para var mı?
- Yok ağabey, aslında ben mezarlara çiçek de dikiyorum ama bana güvenen yok
- Nasıl yani?
- Mezara ziyarete gelenlere söylüyorum, çiçeğini ben dikerim 20 lira verin gidip alayım geleyim diye ama güvenmiyorlar
- 20 liran olsa?
- 20 liralık çiçek alıp şurada kasaya koyup isteyenlere satacağım.
- Yetiyor mu 20 lira?
- Yeter.

İbrahim’i Anneler Gününde Karşıyaka’da mezarlıkta yine gördüm. Önünde iki üç kasa çiçeği vardı. Kardeşleri ile mezarlara çiçek ekiyorlardı...
           
İşler iyi mi diye sordum...

İyi, ağabey dedi, daha iyi...

Çocukların sokakta çalıştırılmasına ben de karşıyım. Hele mezarlıkta, ama karşı olmak yetmiyor, işte karın aç olunca gerisi gurultu...


Kaynak gösterimi:  www.0-18.org 

1 Mayıs 2011 Pazar

Çernobil’den Fukuşima’ya Çocuklar…

Çernobil nükleer santralinde meydana gelen kazadan en çok etkilenenlerin başında çocuklar geliyordu. Nükleer santralde kullanılan radyoizotop Sezyum 137 elementi en çok trioid bezi kanserlerine yol açıyordu. Önce Çernobil, sonra Karadeniz bölgesinde 25 yıldır meydana gelen kanser vakalarında artışın doğru dürüst araştırılmamasının da bir amacı vardı. Yıllardır Sinop’ta yapılması planlanan nükleer santrale olumsuz etki edeceği düşünülerek Karadeniz’de kanser hastalıklarının artışı bile araştırılmadı. Nükleer santralden çıkan nükleer bulut, Karadeniz’e, çaya, fındığa zehrini bıraktı. Çaylar yıllarca depolarda saklandı, sonra depolarda meydana gelen çatlamalarla radyasyonlu çay derelere karıştı, halkın yiyeceğine karıştı.

Mülkiyeliler Birliği dergisi editörü, 1997 yılında benden Çernobil kazasının 10.yılında Rusya’nın durumunu anlatan bir yazı yazmamı istemişti*. OECD tarafından yapılan araştırmada bölgedeki kanser vakalarının süratle arttığı ve ancak 2050 yılında normal seviyeye düşeceği açıklanmıştı. Belarus’ta 1981-85 yılları arasında milyonda 0.3 olan trioid bezi kanserleri 91-94 döneminde 30.6’ya sıçramıştı. Gomel bölgesinde ise 81-85 yılları arasında milyonda 0.5 olan oran 91-94 yılları arasında 96.4 idi. OECD raporunda beni en çok etkileyen cümle genellikle dış ülkelerde editörler tarafından pek yapılmayan ancak durumun vehametini göstermek açısından cesaretle konan bir nottu. Bu notu da sizinle paylaşmak istiyorum.

“Biz bu tablonun olduğu bölümü yazarken trioid bezi kanserine yakalanan üç çocuk daha hayatını kaybetmişti.”

Çernobil, Türkiye’de unutulmadı. Bir çok insanımız hala trioid bezi hastalıkları ile uğraşıyor. Kiminle konuşsam trioid bezi nodüllerinden şikayetçi. Ama yaşanan tüm kazalara rağmen Çernobil olsun Fukuşima olsun nükleer enerjiyi hala en güvenli enerji olarak tanıtan nükleer lobilerinin işbirlikçileri aramızda dolaşıyor. Nükleer enerji güvenli gibi tanıtılsa da nükleer santrallerden çıkan radyasyonlu artıkların nereye gömüleceği belli değil.

Sorun enerji ve enerji verimliliği ise birçok yeni ve yenilenebilir enerji kaynağını kullanmak mümkün. Nükleer santrallerden elde edilen enerjiden daha çok bizim siyasi iktidarın isteği aslında nükleer klübe üye olup bir şekilde bölgede daha fazla güçlü hale gelmek. Ame zenginleştirilmiş yakıt çubukları konusunda da nükleer klubün ağabeyleri öyle kolay kolay teknolojiyi transfer etmiyorlar. “Al çubuğu biz verelim, sen yak” mantığı ile de nükleer  klübe üye olunmuyor. 

Türkiye’nin gerçek sorunu enerji açığı değil. Şebeke kayıpları aslında. Doğalgaz ithal ederek elektrik üretiyor, ürettiğimiz elektriğin de parasını toplayamıyoruz. Gelişmiş ülkelerde artık duran nükleer enerji yatırımları nedeniyle işsiz kalan nükleer santral enerjisi yeni yatırım yapacak ülkeler arıyor. Kalan ender ülkelerden biri de Türkiye. Nükleer santrallerin de geçmişte olduğu gibi hormonlu danalardan radyasyonlu çaylardan hiçbir farkı yok.

Bu işe evet diyen siyasi iktidarın yetkililerine bir dış gezi de ben yaptırabilseydim, 25 yıl sonra bile Çernobil civarındaki kentlerdeki hastanelerde tedavi gören saçları dökülmüş çocukları ziyaret etmelerini sağlardım. Bakın bunlardan biri sizin de çocuğunuz olabilir diyerek…

* Çernobil 10 Yıl Sonra, Kanser Hızla Artıyor. Mülkiyeliler Birliği Dergisi 197.Sayı. Vargı, Sinan.


Kaynak gösterimi:  www.0-18.org 

Geleceğin Psikopatını Yetiştirme Yolları

Geçen gün sokakta, üç tane orta yaşlarda bayan ve bir yaşlıca bey ile beş yaşlarında bir erkek çocuğu yürüyordu. Çocuk yaygara feryat ile bir şeyler istiyor, önce elinden tuttuğu kadına tekmeler savuruyor, sonra yanındaki kadına yumruk ve tekme ile girişiyordu. Sonunda yaşlı adam dayanamadı, çocuğu sarsmak için omzundan tuttuğunda tekmeden o da nasibini aldı.

Ağlamalar, yaygara ve feryat eşliğinde kendi istediğini yaptıran veya kendi istediği bir malı satın aldıran çocuk, kendisi ile mantıklı konuşulduğunda bile daha önceden aynı davranışta başarılı oldu ise, yine ağlamaya devam edecektir. O yüzden ağlayarak bir şey aldırdığı yetişkin doğru, kendisine başka bir şey satın almamak için nutuk çeken insan ise onun için hatalıdır ve yaygara etmeye ve hatta saldırgan bir tutum takınmaya devam edecektir..

Bu haftaki yazım, “Vurursan Kırılır” başlığı altında 0-18 yaş grubundaki bir çocuğun korunması ile ilgili değilmiş gibi gelse de aslında çok yakından ilgili.

Çocuğun yetişme çağında, “aman okusun, geri kalmasın, arkadaşlarından kendini eksik hissetmesin” diyerek onun istediği her şeyi satın alan veliler, aslında iyilik yerine kötülük ettiklerini yıllar sonra anlıyorlar. 

Toplumumuzda, cinsel sapıkların yanı sıra, psikopatlık da giderek çoğalıyor. Çocuklar en çok Kurtlar Vadisi ve benzerleri gibi dizilerde, kaba kuvvetin geçerli olduğunu ve bu yolla para kazanılıp lüks içinde yaşanabileceğini öğreniyorlar.

Prof. Dr. Bengi Semerci bu konuda şunları söylüyor;

“Psikologlara, 32 yaşındaki oğlu için gelen anne şikayet ediyor: “Doğru dürüst okumadı ama okul bitti. Şimdi de iş beğenmiyor. Bulduğumuz işlere 'yorucu, bana yakışmaz, bu paraya çalışılır mı' gibi gerekçelerle gitmiyor. Bütün gün evde. 'Onu getir, bunu al' şeklinde emirler veriyor. Yapmak istemediğimizde 'Beni doğurdunuz, yapmak zorundasınız, çocuğunuz değil miyim?' diyor. Direnirsek, üstümüze yürümeye başlıyor. Artık korkuyoruz. Ne yapabiliriz?"

Bir başka anne benzer şeyleri henüz 16 yaşındaki oğlu için anlatıyor. Her sabah özel şoförün okula götürdüğü, haftalık harcaması asgari ücretten fazla olan, kredi kartı ile istediğini alabilen ve bunların az olduğunu, okulu nasılsa bitireceğini, babasının işinin onu beklediğini ve bu nedenle gençliğini çalışarak geçirmesinin anlamsız olduğunu söyleyen, sabahlara kadar barlarda gezen, kızdığı zaman kendisine küfür eden, el kaldıran bir çocuk.

Bir baba, 14 yaşındaki çocuğunun kendisini yaraladığını ağlayarak anlatıyor ve benzer bir öyküyü aktarıyor.

Hepsinin son cümlesi benzer: "Doğduğundan beri bir dediğini iki etmedik, koruduk, sevdik. Hiçbir şeyini eksik bırakmadık. Niçin böyle oldu?" Çevreye ve kendine zarar verici davranışların olması, herkesin kendisine borçlu olduğunu düşünen ve bu nedenle isteklerinin hemen ve eksiksiz yerine getirilmesini isteyen, yapılmadığı zaman saldırganlaşan, emek sarf etmeyen, sorumluluklarını yerine getirmeyen kişileri 18 yaşın altındalarsa, 'davranış bozukluğu'yla, üstünde ise 'anti-sosyal kişilik bozukluğu'yla tanımlıyoruz. Yaygın olarak bilinen adı ile bu kişilere 'psikopat' diyoruz. Son yıllarda bu sorunla ilgili başvurular giderek artıyor. Bu artışın en büyük nedeni; çocuk yetiştirme biçimimizdir.”


Sorumsuz ve Doyumsuz Çocuk

Doğduğundan beri bir dediği iki edilmeyen, her istediğine kavuşan, isteğinin yaşı ile uyumlu olup olmadığına bakılmayan, emek sarf etmeden, değerini bilmeden alınanları, yapılanları hak görerek yetişen bir çocuğun; sorumluluk sahibi, doyumlu, çalışarak kazanmanın erdemine inanan, bir şeyleri elde etmek için emek sarf etmesi gerektiğini bilerek çalışan bir birey olmasını beklemek mümkün mü?

Avrupa’lı ve Amerika’lı aileleri 'çocuklarına bakmıyorlar, yazları çalışmalarını istiyorlar' diye kötüleyenlerin düşüncelerini gözden geçirmelerinde yarar var. Çocuklarımızı sevmekle onları doğru yetiştirmek arasındaki farkı anlamamıza yardımcı olur, diye daha önce de Prof.Dr Semerci tarafından yayımlanan 'Geleceğin Psikopatlarını Yetiştirme Yolları'nı yayınlamakta fayda görüyor ve kendisine teşekkür ediyorum.

- Daha küçükken çocuğa istediği her şeyi vermeye başlayın! Bu şekilde o, herkesin onun geçimini sağlamak zorunda olduğuna inanacaktır.

- Kötü sözler söylediği zaman gülün! Böylece o kendisinin akıllı olduğuna inanacaktır.

- Ona düşünmeyi ve beynini kullanmayı hiç öğretmeyin! 21 yaşına gelince kendi kararlarını, kendisi versin diye bekleyin!

- Yerde bıraktığı her şeyi kaldırın; kitaplarını, ayakkabılarını, kıyafetlerini... Onun için her şeyi siz yapın ki o, bütün sorumluluklarını başkalarına yüklemeye alışsın!

- Onun gözünün önünde sık sık kavga edin ki aile bir gün parçalanırsa çok fazla üzülmesin.

- Ona istediği kadar harçlık verin ki hiçbir zaman kendi parasını kazanmanın ne olduğunu öğrenmesin.

- Yiyecek, giyecek ve konforla ilgili bütün arzularını yerine getirin ki, istediklerine ulaşmak için çalışmak gerektiğini öğrenmesin.

- Komşulara, öğretmenlere, polislere karşı daima onun tarafını tutun ki, onların hepsine karşı peşin hükümleri oluşsun.

- Bütün bunları ve benzerlerini yaparak yetiştirdiğiniz çocuğunuz bir gün suç islerse, kendisinden özür dileyin! Ama onu felaket dolu bir hayata hazırladığınız için kendinize teşekkür etmeyi ihmal etmeyin!!

(Bu belge, ABD Houston Polis Müdürlüğü tarafından hazırlandı ve kentteki tüm evlere ve okullara dağıtıldı.)

Kaynak gösterimi:  www.0-18.org

Ankara’nın Nesi Meşhur?

Ankara’nın turizm açısından son yıllarda hızla gelişen şirin ilçesi Beypazarı’ndayım. Sokaklarda dolaşırken boynumda fotoğraf makinesini gören çoçuklar, “amca, amca bizim de fotoğrafımızı çek” diye bağırıyorlar.

Kıramıyorum onları. Önce biri, sonra ikisi, üçü, dördü, beşi poz veriyorlar tek tek. İkisi kardeş. Diğerleri ile aynı okula gidiyorlar. Fotoğrafları çekip, sonra tek tek gösteriyorum. İyi çıkmadı deyip bir daha, sonra “ biz de çekebilir miyiz” diyerek fotoğraf makinesini istiyorlar. Tarif ediyorum kullanmayı. Sonra onlar çekiyorlar.

İki kardeşin annesi, yünden banyo lifi örüp, hafta sonu gelen turistlere satıyor. Babaları bir konak-lokantasında garson. Sohbet ilerledikçe, Beypazarı’na gelen turistlere her bir ailenin bir şeyler sattığını, kiminin havuç suyu sıktığını, kiminin de Beypazarı evlerinin tahtadan maketlerini yaptığını öğreniyorum.

Büyük çocuk “ekmek parası işte” deyiveriyor. Herkes ekmek parasının peşinde. “Ağabeyim” diyor, “ekmek parasını kazanmak için Ankara’da çalışıyor, hafta sonlarında geliyor buraya ama annem tezgahta çalıştığı için onu fazla göremiyor.” 

Çocuklar bile ekmek parası lafı açılınca karamsar. Her ailede konuşulan demek ki ekmek parası.

Konuyu dağıtmak için “Beypazarı’nın nesi meşhur” diyorum. Kimisi “gümüşü” diyor, kimisi de “Beypazarı Kurusu”.

- Pekiyi, Ankara’nın nesi meşhur?

Büyük çocuk hemen atılıyor. “Ekmeği” diyor, “ekmeği meşhur.”

Şaşırıp, “niye ekmeği meşhur” diye soruyorum.

“Heykelini dikmişler ekmeğin” ağabey diyor.

- Ne heykeli ya...

- Ankara’dan Sincan çıkışında direğin üstünde kocaman ekmek heykeli var. Aynı ekmek heykelinden Eskişehir yolu çıkışında da var. Ankara’nın ekmeği meşhur olmasa heykelini dikerler mi ağabey. Demek ki her Ankara’ya giden o ekmeğin parasını kazanmak için gidiyor.

Dönüşte bakıyorum ekmek heykeline, çocuk doğru söylüyor. Ankara’nın bir çok yerinde açılan Trabzon Vakfıkebir ekmeği yapan fırınların önünde kocaman ekmek heykelleri var.

Bir reklam panosu ama çocuk algısı ekmek parası için Ankara’ya giden ağabeyi ile o reklamdaki ekmeği birleştiriveriyor.

Şimdi o ekmek heykelini her gördüğümde, ekmek parası için gurbete gidenlerin özlemlerini hissediyorum.


Kaynak gösterimi:  www.0-18.org

Çilek Ağacı…

Sofrada yediğim nohut yemeği sert çıkınca “bu nohuttan aslında iyi leblebi olur” dediğimde, karşımda oturan üniversite öğrencisi şaşkın bakışlarla, “leblebiyi nohuttan mı yapıyorlar hocam” deyivermişti. O grupla olan toplantılarımız sonucunda çileğin ağaçtan toplandığı gibi birçok şeyi yanlış bildiklerini görünce şaşırmıştım.

Sonra bunu bir eğitimci arkadaşımla paylaştığımda, bana, Eğitim-Sen Sendikasının bir açıklamasını göndermişti. Onun saydığı ve sonu “S” ile biten sınavların türleri o kadar çoktu ki.

Bir öğrenci ilköğretimden yükseköğretim sonuna kadar 16 yıllık eğitim hayatı boyunca yaklaşık 750 zorunlu sınava giriyor. Bu sınavlar içinde en önemlileri ise ortaöğretime geçiş için girilen Seviye Belirleme Sınavları ve gençlere üniversite kapısını açan ÖSS.

SBS ve ÖSS’ye hazırlanmanın maliyeti ise bir hayli ağır. Orta gelirli bir veli çocuğunu SBS’ye hazırlamak için 12 bin 700, üniversiteye giriş sınavlarına hazırlamak içinse 18 bin 500 TL harcama yapıyor.

Dershanelere devam eden öğrencilerin yüzde 12’si KPSS, yüzde 20’si SBS, yüzde 60’ı üniversiteye yerleşmek için girilen Yükseköğretime Geçiş Sınavı (YGS) ve Lisans Yerleştirme Sınavı’na (LYS)hazırlanıyor.

Orta direk bir aile çocuğunu SBS’ye hazırlamak için ortalama olarak 4. sınıfta 1.300, 5. sınıfta 1.500, 6. sınıfta 2.800, 7. sınıfta 3.300, 8. sınıfta 3.800 harcıyor. SBS’ye hazırlanmanın maliyeti 12 bin 700 TL’i buluyor.

ÖSS’ye hazırlanmanın bedeli ise 9. sınıfta 4.000, 10. sınıfta 4.000, 11. sınıfta 4.500, 12. sınıfta 6.000 toplamda 18.500 TL.

Üniversiteye girmekle de sorunlar bitmiyor. Üniversite sonrasında da kamuda çalışmak için Kamu Personeli Seçme Sınavı’nı (KPSS) geçmesi gerekiyor. KPSS’ye hazırlanmanın bedeli ise yıllık ortalama 3.000 TL.

Bütün bu sınavlar göz önüne alındığında 10 yılda sınavlara hazırlık için harcanan miktar 34.000 TL’yi buluyor. Aslında gençler 20’li yaşlara geldiğinde yaşamlarının 10 yılını sınavlara hazırlanarak geçiriyorlar.

Sınavlı eğitim sistemi bir yandan çocuk ve gençlerimizin en güzel yaşlarını sınavlara hazırlanarak geçirirken, bir diğer çocuğu geride bırakmak için daha çok çalışmaları gerektiğini onlara aşılıyor.

Çocukluklarını yaşayamayan hayatı boyunca girmesi gereken 750 sınava hazırlanan genç, hayata dair hiçbir pratik bilgiye bile sahip değil. Bir üniversite öğretim üyesi, “bize geldiklerinde servisle, okula, kursa gitmekten yolda yürümeyi unutan, kırmızı ışığa aldırmayan, sürekli kulaklıkla müzik dinleyerek yürüyen, içine kapanık bir nesille karşılaşıyoruz.” değerlendirmesini yapmıştı.

Kiminin annesi bileziklerini satıyor, kiminin babası arabasını satıyor. Üniversiteyi bitiren gencin iş bulması bari mümkün olsa. O da bir hayal.

Sonuçta 750 sınavı başarı ile vermiş, üniversiteyi kazanmış, binbir güçlükle bitirmiş, iş arayan ve hala çileğin ağaçta yetiştiğini sanan morali yıkık bir gençlik var karşımızda.

Türkiye’nin genç nüfusunu artı puan olarak görenler, bu gençlerin karnının nasıl doyacağını da söyleyebilseler keşke.




Kaynak gösterimi:  www.0-18.org